Allah’sız Müslümanlık

Allah'sız Müslümanlık Ömer Lütfi Mete

Allah’sız Müslümanlık adlı kitap, yazar Ömer Lütfi Mete tarafından kaleme alınan, üst başlık olarak “Aşksız Zevksiz” ifadelerini, alt başlık olarak ise “Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu” ifadelerini kullanan, kitap satış sitelerinin “Din” kategorisinde satışını gerçekleştirdiği eserin adı. Hediye olarak bana gelen bu kitabı, yazarın hemşerimiz olması ve “bugüne kadar kitaplarını neden okumadığım” sorusuna cevap veremeyişimin utangaçlığı ile bir çırpıda bitirdim. Elimde Profil Yayınları tarafından 2008 yılında 5. baskısı yapılan nüshası bulunan eserin ilk baskısının 2001 yılında yapıldığını, günümüzde raflarda 2016 baskısının olduğunu hatırlatarak yazıma devam edeceğim.

Allah’sız Müslümanlık adlı kitabın günümüzde 2 farklı yayınevi tarafından farklı baskıları mevcut. En güncel olanının ise Google üzerinde yaptığım araştırmalar sonucunda – Timaş Yayınları tarafından 2018 yılında basıldığını öğrendim. Güvenilir kitap siteleri üzerinde söz konusu kitabı yaklaşık 140 TL gibi bir fiyata satın alabiliyordunuz. Ancak elimde bulunan Profil Yayıncılık tarafından basımı yapılan eseri çoğu kitap sitesinde bulamadım, nadir kitap gibi sarrafların sitelerinde ise farklı fiyatlandırmalar ile alıcı bulabiliyor. Kapak tasarımının da oldukça anlamlı olduğunu vurgularken, kitabı özellikle din konusunda çalışmalar yapanların, imamların alıp okumasını, irdelemesini istediğimi belirteyim.

Rizeli olan yazar Ömer Lütfi Mete, gazeteciliğinin yanı sıra roman, hikâye, deneme ve senaryo yazarlığı yapan bir isimdi. Kendisini Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi klasiği ile tanımıştım (2009 yılında vefat etti). Bugüne kadar herhangi bir kitabını okumamam ise benim ayıbım diyebilirim. Ancak çoğu köşe yazısını okuduğumu hatırlıyorum; özellikle Türkiye gazetesinde yazdığı yazıları lise yıllarında takip ediyordum. Bu yazılarında özellikle İslam dinini ve milli değerleri ilham kaynağı olarak kullanan yazarın yanlış anlaşılan dini konulara ve geri planda bırakılmış milli değerlere atıfta bulunarak, eleştirel bir tavırla bunları okuyucuya aktarmaya çalıştığını görüyordum. Bu kitabı da benzer şekilde eleştirel bir dille deneme türünde, din temalı şeklinde kaleme almıştı.

Allah’sız Müslümanlık Kitap İncelemesi

Kitabın kapağını çevirdiğimizde yazarın kısa bir biyografisi bizi karşılıyor (tabii basım tarihinde yazarın hala hayatta olduğunu hatırlatayım). Peşi sıra içindekiler kısmında kitabın 8 farklı bölümden oluştuğunu görüyoruz. Bunlar dışında kitabın yazılış nedenini anlatan “gerekçe” ile bir de “giriş” kısımlarının olduğunu öğreniyoruz. “Gerekçe” başlıklı kısımda bahsedilen Tayyar Baba isimli kişinin kim olduğu hakkında bilgi olarak sadece “çağımızın büyük mürşitlerinden” ibaresi kullanıyor ve kitabı bırakıp bu kişiyi araştırıyorum: Elazığ’ın Harput ilçesinde metfun bulunan bir evliya olduğunu öğreniyoruz ve hayatından ilginç bir kıssa ile kitabı okumaya devam ediyoruz.

Ömer Lütfi Mete, kitabın gerekçe kısmında neden böyle bir ismi seçtiğini “Allah’sız Müslümanlık ismini seçmem de Yaratan ile iletişim ihtiyacına dikkat çekebilmek gayesine matuftur. … Yoksa buradaki ‘’Allah’sız’’ deyimi tanrıtanımazlık değildir. Zaten tanrıtanımaz anlamını kastetsem tırnak kullanmadan ‘’Allahsız’’ derdim.” (s.7) sözleriyle anlatıyor. Allah’sız Müslümanlık tanımını ise “Bu isim ‘Müslüman kişinin Allah ile iletişimini geliştiremeyen dindarlık’ tanımlamasının kısaltılmışı sayılabilir. … Fikrimce neredeyse bütün ‘Siyasal İslam’ macerası, bir bakıma ‘Allah ile sağlıklı bir iletişim ve beraberlik sağlamaya yetmeyen Müslümanlık’ deneylerinden oluşmuş yaşantıların denizi gibidir.” (s.8) şeklinde yapıyor ve bazı kesimlere laf sokuyor.

Devamında yazarın paylaşmış olduğu “Daha önce ‘Hacıyağı ile Parfüm Arasında’ ismi altında iki defa farklı yayınevleri tarafından, içime sinmeyen kapaklarla yayınlanan bu çalışmanın elinizdeki baskısı bazı değişiklikler içermektedir Bunların en belirgin olanı; daha önceki baskılarda ‘Gerekçe’ başlığı altında ‘Hacıyağı ile Parfüm Arasında’ isminin nasıl doğduğuna ve neden tercih edildiğine ilişkin bir hesap verme amacı güden bölümün, şimdi ‘Giriş’ faslı şeklinde yeniden düzenlenmiş bulunmasıdır.” (s.9) cümlesi ile kitabın farklı isimle basıldığını, görüşlerinin daha eski olduğunu, “Ayrıca çalışmanın her bölümü yeniden gözden geçilirken bazı ilaveler ve üslup değişikliklerine gitme ihtiyacı duyulmuştur.” (s.9) cümlesi ile eski yazıları üzerinde gerekli düzenlemeler yapılarak basıma gönderildiğini öğreniyoruz. Yani yazılanların bir evveliyatı, geçmişi, arka planı, birikmişliği var.

Yazılanlardan anladığımız kadarıyla gerekçe kısmı, yapılan isim değişikliği ile birlikte kitap üzerindeki yapısal değişikliklerin amacını anlatmak amacıyla paylaşıldı. Mart 2008 tarihli bu kısımdan sonra devam eden giriş kısmına alt başlık olarak ‘Hacıyağı ile Parfüm Arasında’ verildiğini görüyoruz. Yazar, “İskeleti oluşturulan yazıları Çağrışım dergisinde dizi olarak yayınlanırken kullandığım ‘Müslüman Kompleksler’ isminin çeşitli sorunları vardı. Çoktan beri tasarladığım ve konuyu tanımlar nitelikte bulduğum ‘Gerileme Sürecinde Müslüman olma Sorunu’ isminin de ciddi bir akademik iddia yansıtması sıkıntı doğuruyordu. …  Yapmaya çalıştığım iş, ‘Gerileme Sürecinde Müslüman olma Sorunu’ üzerinde mümkün ölçüde özgürce düşünerek tartışmaya ve sorgulamaya çalışmaktan ibaretti.” (s.13) diyerek neden böyle bir başlık tercih ettiğini bizlere açıklıyordu.

Bu arada Çağrışım dergisinin Ağustos 1992 tarihinde “20 Yıl Önce Bugün” kapak başlığıyla yayın hayatına başladığını ancak sadece 3 sayı çıkarabildiğini öğrendim. İslami Dergiler Projeleri kapsamında değerlendirebileceğimiz Çağrışım dergisinin nüshalarının örneklerini internet üzerinde çevrimiçi bir şekilde bulabildiğimden, birazını kitabı tamamladıktan sonra okudum. Yayımlandığı yıla göre oldukça dolu olan eserin neden devam etmediğinin gerekçesini bulamadım: ama ilginçtir dergilerinde gerçekten dopdolu bir içerik vardı. Bazıları günümüzden bakıldığında enteresan bulunabilecek (Cengiz Çavdar ile röportaj mesela, ne gereği vardı? diye sordurdu bana) içeriklere sahip olsa da değerli bir dergi olduğu belliydi ancak ömrü kısa oldu.

Allah’sız Müslümanlık kitabı ne anlatıyor?

Yazar Mete, gerçekten çok değerli tespitler dile getirmiş ve kendine yönelik anlamlı sorular sormuş; bu tespitleri irdelemiş, sorduğu soruların peşine düşmüş, arayış içine girmiş. “Doğrusu bulacağım ismin mümkün mertebe çarpıcı olmasını arzuladığımı da inkar edemem.” (s.14) diyerek başlık ve kitap ismi seçimindeki duygusal durumunu da açıkça ortaya koyan yazar, “‘Hacıyağı’ kelimesi bugün ‘yerinde sayma’ halini ve tek zevkle yetinmeyi; ‘parfüm’ ise gelişme arayışını ve yenileyiciliği simgeleyebilir.” (s.21) tespitiyle seçmiş olduğu başlığın farklı bir bakış açısının eseri olduğunu da dile getiriyordu. “Düşmanlıktan aşka geçiş vardı ama tiksintiden sevdaya yol yoktu.” (s.21) gibi çok güzel aforizma cümleleri de satır aralarına başarıyla serpiştiriyordu.

Kitapta yazarın aslında peşine düştüğü konu, Avrupa’nın bozulan din anlayışına rağmen gelişmişliği ile İslam dininin mükemmelliğine rağmen Müslüman toplumun geri kalışının nedenleri idi. Bunu yazar “Sorgulayıp anlamaya çalıştığım, Müslüman insanı -bütün gayretlerine rağmen- geliştirmeye yetmeyen dindarlık türünün iç kavramıdır.” (s.8) sözleriyle ifade ediyordu. Hatta yazar “Peki, Müslüman adamın asırlardan beri yeryüzünün birinci sınıf sakinleri arasında yer alamayışını böyle mükemmel bir inanışla nasıl bağdaştırabileceğim?” (s.23) cümlesiyle kendi kendine de sorular yöneltiyordu. Yetinmiyor, bilimsel sorunları çözenlerin çoğunun Müslüman olmadığını ifade ederek “Bu doğa yasalarıyla ilgili keşiflerin tamamında, inanç ve davranışlarını eleştirdiğimiz insanların imzası var. Pek çoğu Kur’an-ı Kerim’de işaret edildiği halde!” (s.26) tespitinde bulunuyordu.

Burada bir ara vererek şu cümleyi kurmak istiyorum: yazar, biraz fazla genelleme yaptı bana göre. Bazı konularda fazla karamsar. Özellikle batının karanlık çağını yaşadığı dönemlerde İslam, altın çağını yaşıyor ve bilim dünyasına onlarca buluş kazandırıyordu. Hatta günümüzde kullanılan birçok bilimsel kavramın Müslümanlar tarafından bulunduğunu biliyoruz. Ancak burada yazarın arayışına neden olan konuyu biraz daha ayrıntılarsak; altın çağına ulaşmamıza rağmen neden eskisi gibi değiliz? sorusunu sorabiliriz. Yazar da “Madem sorguladım. Öyleyse Müslüman’ım!” (s.34) diyerek sorgulamaya devam ediyor, cevaplar üretiyor, tespitlerini biz okuyucuyla paylaşmaya devam ediyordu. Bir köşe yazısı yazar gibi, çok ayrıntıya girmeden, yalın ve akıcı bir dille yazılarını paylaşan yazarın çoğu cümlesinde okuyucusuyla konuşmaya çalıştığını da söylemem gerek.

Bazen ben de okurken yazara sorular sormak istedim. Örneğin “Batı’nın yükselişini ve İslam dünyasının çöküşünü çok iyi ve çok doğru tahlil de etmiş olsa, yeryüzünün ikinci sınıf sakini durumunda bulunmanın ezikliği Müslüman aydını da etkileyecektir.” (s.47) cümlesini okuduktan sonra yazara “siz de eziklik hissediyor musunuz?” diye sormak isterdim açıkçası. Genel olarak kitabı değerlendirdiğimizde bir eziklik hissiyatı olduğunu ancak sorunları cesurca sorgulamaktan geri de durmadığını sezdiğimi belirteyim. Yine de “Bugün artık bir İslam Uygarlığından söz etmemiz mümkün değildir. Batı da kendi uygarlığını, bütün gezegenin tek ve hâkim uygarlığı haline getirmiştir.” (s.138) diyen yazarın havlu attığını hissetmek üzdü; ancak sorgulamalarında ve tespitlerinde haklı olduğunu görmek ise daha da üzdü.

Allah’sız Müslümanlık adlı kitabında yazar “Bu dönem; Birinci Büyük Savaş’a Almanya ile birlikte girerek ‘yeniden eski muhteşem rüyayı görme’ saplantısıyla son kuruntuyu yaşayıp iflas bayrağını kesin olarak çektiğimiz demlerdir. … Arkasından Türk toplumu, başardığı Bağımsızlık Savaşı’na rağmen uygarlıkla bütünleşme durumunda kaldığına inanmaya başlamıştır. … Bu bir bakıma ‘bükemediğin bileği öpme’ durumudur.” (s.139) cümlesiyle de günümüz Türk toplumunun Batı tercihinin nedenini kimsenin kalbini çok kırmadan bu şekilde açıklıyordu. Burada bazı kesimlere yönelik arka planda eleştiri olduğunu da hissettim, belirteyim.

Yazar Allah’sız Müslümanlık adlı kitabında dini konularda düşüncelerini paylaşırken, geçmiş ile günümüz arasında da farklılıkları ortaya koymaya çalıştı. Geçmişte yapılan hataların günümüzdeki yansımalarını irdelerken Osmanlı döneminde yaşanan başarılı hamleleri “uzatma devresi” olarak nitelendirdi. Kitabın genelinde “içeriden biri olarak” – kendisi kurslarda hocalık yapmış biri de aynı zamanda – Müslümanlığa dair, özellikle günümüz Müslümanlığına dair ciddi eleştiriler yaparak okuyucuyla sohbet havasında ilerlemeye devam etti. Konular derin, sorular fazla olunca: okuyucu açısından okurken kafa karışıklığı yaşamanız doğal ancak dikkatli bir şekilde okunup, düşünüldüğünde sizlere katkısı olabilecek, derin düşüncelerinizle aydınlanmasına katkı sağlayacak cümlelerle bezeli olduğunu görmek de güzeldi.

Allah’sız Müslümanlık adlı kitabında yazar demokrasi, hak din, tevekkül, Tevhid, İslam’da ve günümüzde kadın olgusu, Siyasi İslamcılar ve iki yüzlülükleri, cihad, yozlaşma, yenileşme gibi kavramları içtihadı ve daha birçok boyutuyla ele alarak birbirinden farklı konular üzerinde yorumlarını yazarak ilerledi. Toplam 240 sayfa olan eserin neredeyse her sayfasında altını çizdiğim, hoşuma giden, düşündüren cümleler görmek güzeldi ki bunların bir kısmını yazımın devamına da ekleyeceğim. “İslam uygarlarının çöküşünün sorumlusu, yükselen ve yenip geçen Batı da değildir!” (s.117) diyerek çuvaldızı kendimize batırmamız gerektiğini vurgulayan yazarın kitabındaki her konu hakkında detaylıca bilgi sahibi olduğunu belli eden özgüveni ile yazdığı tespit ve sorular, düşündürücüydü.

İslam’ı nasıl yaşıyoruz ve nasıl yaşamalıyız? Onu aslında modern hayatın kimi ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn mı ediyoruz? gibi derin konulardaki eleştirileri ise “evet, evet, bunu ben de düşünmüştüm!” dedirten türdendi.

İdeolojik İslam ile Siyasal İslam konularında net ifadeler ile eleştirilerini dile getiren yazarın günümüz Müslümanlığı ve modern anlamda İslam’ın algılanışındaki çarpıklıklara değinip, bunlar hakkında mantıklı açıklamalarını ve tespitlerini cesurca yazmaktan da çekinmemiş olduğunu gördüğümüzü söylemek lazım. İslam dininin en son ve en mükemmel din olduğunu hatırlatarak, mensuplarının neden yüzlerce yıl geriliğin ve ezikliğin girdabından kurtulamadığını sorgulayan yazar önemli noktalara parmak basarak İslam’ın yanlış temsil edildiğini ve Siyasal İslam’ın dine zarar verdiğini bölümlere ayırarak anlatmaya çalışmış. Kısacası çok güzel bir özeleştiri olmuş.

Kitabın eksiklikleri var mı?

Bu kadar eleştiri varken yazarın veya kitapta anlatılanların eksiklikleri yok muydu? Cesur biri olduğu belli olan rahmetlinin bazı yerlerde kullandığı dilden dolayı hataya düştüğünü düşünüyorum. Mesela; Peygamber Efendimizi (s.a.v) ısrarla peygamber diye nitelemesi, Hz. Adem’in (a.s) cennetten ihracını kovulmak diye nitelemesi ve bununla birlikte Hz. Adem (a.s) ile Şeytanı, yaptıklarından dolayı aynı kefeye koyup ikisinin muhalif bir tutum sergilemeleri neticesinde bazı yaptırımlara maruz kalmaları gibi bir savunma biçimini tercih etmesi, demokrasiyi savunurken saltanatı kaba diye tabir edip bunun üzerinden bir söylem gerçekleştirmesi de cabası. Tabii ki kitap noter edasıyla, tamamen doğru değildi: eksiklikleri vardı, belki de konu hakkında daha tecrübeli olan kişiler, kitaptaki eleştirilere karşı içeriğe yönelik daha iyi eleştiriler de bulunacaklardır.

Bunun dışında alt başlık olarak kullandığı “gerileme” sözcüğünü de zamansız bulduğumu söylemem lazım; yani ne demek bu? Sonraki aşama “dağılma” aşaması mı olacaktı? “İslam dini nurunu tamamlayacaktır” sözünü nereye koyacağız o zaman? Bunun gibi kitapta anlatılan bazı konuların yüz yüze, farklı kişilerce yorumlandıktan sonra dile getirilmesi gerektiği de bir gerçek. Keşke yazarımızla hayattayken tanışsam ve onunla bu konuları daha yakından tartışabilseydim. Kimsenin kalbinden geçenleri tabii ki bilemiyoruz ancak genel hatlarıyla bakıldığında yazarın Müslüman toplumunun günümüzdeki durumu konusunda üzüldüğünü ve buna çare aradığını görmek lazım. Arka planda farklı amacı var mı bilemem ancak çoğu soruları doğru, çoğu cevapları da doğru…

Velhasıl…

Allah’sız Müslümanlık kitabı ile Ömer Lütfi Mete’nin kaleminden Müslüman toplumun kendi içerisinde yaşadığı genelde dini özelde diğer konulara yönelik sorunlara ışık tutuyor ve sorduğumuz sorulara cevap arıyoruz. Yazar Allah’sız Müslümanlık kitabında; Allah’ı tanımaya çalışan bir İslam’dan, Allahsız; örf, adet, ananeler ile yaşanan bir İslam’a evrilmemizin altında yatan temel nedenlerini ele alıyor. Yaralarımıza sorduğu sorular ve tespitleri ile tuz basıp Türk – İslam medeniyetimizi enfeksiyondan kurtarma açısından sosyolojik, teolojik bir çok konuya değinmeye çalışıyor. Kitabı kafa karışıklığından muzdarip genç arkadaşlarımızın okuması faydalı olur mu diye düşünmedim değil. Dili yalın ve akıcı bir şekilde olsa da ağır bir konusu olduğundan dolayı yavaş okunan kitabı anlamak için bazı yerlerinin üzerinden bir kaç kez geçmek gerekebilir. Sakin, sessiz bir yerde okunması tavsiyesiyle…

Allah’sız Müslümanlık adlı kitapta altını çizdiğim bazı önemli cümleler;

  • “Zira Müslüman milletlerden herhangi birinin hanesinde, keşfedip adını koyduğu bir element yoktur. Bulunmadığı yerde birkaç dakika bile yaşayamadığımız oksijen başta bütün temel nesnelerin adını hep Müslüman olmayanlar koymuştur.” (s.26)
  • “Kişi, Müslümanlığını kimliğinin öncelikli belirleyeni saysa da saymasa da inancının gerekleri ile çağın getirdikleri arasında -özgün veya taklit- bir tür sentez yapmaktadır.” (s.29)
  • “Hepimiz ‘büyüklerimiz öyle diyorsa öyledir.’ diyerek dinimizin mutlak üstünlüğüne sarılıyoruz ama kaçta kaçımız o üstünlük bilgisine namuslu, helal bir çabayla ulaşmış ve öylece yaşamayı başarabilmişizdir.” (s.30)
  • “Ayrıca çelişkilerimiz adeta Müslümanlaşmıştı! (s.32)
  • “Müslüman bir insan olarak, çağımla inanç ilkelerim arasında tutarlılık ve uyum açısından kendi sorunumu çözmeye çalışıyordum.” (s.33)
  • “Her şeyden önce inanmakta olduğu din sabrı -teslimiyet değil- yüceltmekte, insanın gelişip yücelmesini sabır üzerine temellendirmektedir. Eyüp peygamberden Yakup peygambere kadar, görkemli pek çok öyküde ve nihayet İslam’ın doğuş destanında umudun ve iyimserliğin ana giriş kapısı sabırdır.” (s.39)
  • “Tevekkülün, ‘gayret’ ile sabrı eşit güçte dengeleyen bir mekanizma olduğuna, olması gerektiğine ve olabileceğine inanıyorum.” (s.43)
  • “Kanaatimce temel sorun; Müslüman insanın aldığı genel ‘Tevhid Eğitimi’nin özellikle son asırlarda, acıklı bir ideolojik sığlığa indirgenmiş bulunmasındadır. … Bir tane Allah vardır ve başka ilah yoktur! … Böylesine yalın bir zihni işlem, bütün bir hayatı ve her oluşu açıklamaya yetecek bir anahtar olabilmekte midir? … Kanaatimce yalın bir ‘zihni işlem’ sınırlarına hapsedilen bir Tevhid inanışı, evrensel kuşatıcılıkta bir hayat anlayışı olmaktan çıkarılmaktadır.” (s.48 – 49)
  • “Müslümanları uzunca bir dönem gerilemiş bulunmaları da Tanrı’nın takdiridir demek, bizi ‘takdir’ ile ilintili, eşzamanlı veya iç içe gerçekleşen insan tasarruflarını sorgulamaktan men etmez.” (s.62)
  • “İnsanoğlu ‘yok olma’ halinin tanımlanmasını yapamayacağı için, kendisine bağışlanan ‘var olma’ nimetinin ne denli bir teşekkür gerektirdiğini anlamaktan acizdir.” (s.64)
  • “Sorumluluk duygusunu yitirmeden suçluluk duygusunu aşabilmek…” (s.65)
  • “Bilindiği gibi ‘tahkik’; Tevhid algılayışının bütün gerçeklerine ermek; ‘taklit’ ise henüz buna özenme durumunda bulunmak demektir.” (s.69)
  • “Açık yüreklilikle söylemek gerekirse ‘Akılcı Tevhid’ iman değil, herhangi bir siyasi tercih gibi sadece ‘kabul’ etme, mantıklıca bulma durumudur. Onda, inanışın derinliği ve heyecanı yoktur. Oysa iman şüpheyi sıfırlama tutkusudur; ‘Akılcı Tevhid’ ise bir bakıma şüphelere kulp bulma yöntemi…” (s.70)
  • “İman Aşk meselesidir, ‘Akılcı Tevhid’ ise hesap – kitap işi…” (s.70)
  • “Tasavvufun ‘çoklukta birlik’ deyimi; böyle bir anlayışa yönelik arayışların tanımı olmaya en uygundur. Ancak ‘çoklukta birlik’ hali ise aklın kavrayabileceği bir durumda değildir.” (s.73)
  • “Kaldı ki, bizzat Peygamber’in ‘kader’ konusunu tartışmaktan uzak durmayı öğütlemesi de meselenin akıl yürütme ile çözümlenemeyecek kadar karmaşık olduğunun belgesi değil midir?” (s.74)
  • “İslam uygarlığının çöküşünden sonra ise ‘akılcılık’ önceleri her aklını beğenenin oyuncağı olur, sonra da devrin yükselen değer söylemlerine ve ideolojilerine dayanak sağlayan demagojik bir alete dönüştürülür.” (s.76)
  • “Günümüzün Müslüman aydını da adını koyarak veya koymadan, herkesin kendince başka bir anlamda kullanabildiği akılcılığı kutsayabilmektedir. Bunların söylemlerinden, İslam’ın sadece ‘akla’ hitap ettiği sonucuna varmak gerekebilir.” (s.76)
  • “‘O gün mal ve evlatlar yarar sağlamayacak, yalnızca Allah’a selim kalp ile gelen kazanacaktır’ diyen Kur’an-ı Kerim bu melekenin insan için en merkezi sistem olduğunu vurgular.” (s.77)
  • “Daha açık bir ifade ile Müslüman birey, kendinde bulunmayıp da Batılı adamda var olan ‘dünyevi önemi kesinleşmiş’ birtakım değerleri edinmeye başlamıştır. O şimdi sanıyor ki özellikle maddi imkân ve değer bakımından Batılı adam ile benzeştikçe güç dengeleri düzelecek, kendisi de artık bu gezegenin birinci sınıf sakini haline gelecektir. Fakat derinden derine yine yakıcı eziklik hissetmekten kurtulamamaktadır. Zira Müslüman insan sadece Batılı adamın ulaştığı sonuçları taklit etmiş, bazı kazanımları sağlamıştır ama suyun başına kadar ulaşıp ‘bilgi üretme yarışı’na henüz girişebilmiş değildir.” (s.79)
  • “Esasen Bizatihi Kelam ilminin doğuşu ve itikat mezheplerinin şekillenmesi birer akılcılıklar deneyidir. Müslümanlar arasında daha o zamandan, şe veya bu adlar altında adeta akılcılık yarıştırılırken aynı dönemlerde gelişip yayılmaya başlayan sufilik bir anlamda dengeyi sağlıyordu. Ta ki bu uygarlık çöküp, İslam toplumları üstün oldukları ‘Batıl dünya’ önünde gerilemeye başlayıncaya kadar…” (s.83)
  • “Zira bu süreçte -sürekli vurgulamaya çalıştığım gibi- Tevhid sadece zihinsel bir işleme dönüşmüştür. İslam’ın özü niteliğindeki Tevhid’i yalın bir matematik denklem gibi algılamak yeterli sayılır olmuştur. Müslüman bireyin bilincinde ‘iki kere iki eşittir dört’ demekle, ‘Lailaheillallah, Muhammed’un Rasululllah’ demek arasında zihinsel işlem değeri açısından kayda değer bir fark bırakılmamıştır.” (s.84)
  • “İnceden inceye sorgulayarak düşünürsek, halis şükrün suda yürümekten çok daha çetin bir keramet olduğunu sezmez miyiz?” (s.87)
  • “Allah’ın yardımı ile gerçekleşen bütün güzelliklerin birer keramet olduğunu hangi Müslüman inkâr edebilir?” (s.87)
  • “Yine mesela hamilelik neden mucizevi bir hadise sayılmasın? Pek çok cinsel birleşmede bedeni zevkten başka hiçbir şey elde edilemediği halde, bazılarının harikalar harikası bir yapı olan yeni bir insanın hayata geliş macerasının başlayabilmesi neden keramet değildir?” (s.88)
  • “İşte asıl Tevhid karşıtı yaklaşım; oluş ve işlerin basit olanlarını insana, karmaşık, çetin ve büyük olanlarını Allah’a özgü saymaktır. Oysa basit olan da karmaşık olan da Allah’ın mülkünde, O’nunla yarattıkları arasında cereyan etmektedir.” (s.88)
  • “Hakiki Tevhid öncelikle kalbin yaşadığıdır. Beynin onayladığı ve dilin söylediği ise Tevhid’in taklidinden ibarettir.” (s.88)
  • “Sözgelimi; kader konusunu -daha önce de işaret edildiği gibi- ‘akılcı’ yöntemle açıklamak mümkün değildir.” (s.89)
  • “Tabii ki bununla kadere inanmanın akılla bağdaşmadığını söylemek istemiyorum. Ancak klasik bir mantık yürütmeyle kader kurgusu üzerinde iz sürmeye çalışacak insanın yolu sadece karanlıklara çıkacaktır.” (s.89)
  • “Bu karanlık ya cinnet ya inkardır.” (s.89)
  • “Salt ‘akılcı’ ölçütlerle ‘tutarlı olma’ arayışı, geçmişte ve günümüzde Müslüman aydınların çok tuhaf tevil denemelerine yol açmış ve açmaya devam etmektedir.” (s.89)
  • “‘Tutarlı’ olma hırsının içinde sinsi bir ‘küstahlık’ vardır. Çünkü bu tavır; için için ‘’Ey Tanrı, senin yaptığın ve yapacağın her işi anlayabilirim. Benden bir şeyi saklayamazsın’ der gibi bir diklenme tazammun eder. Oysa ‘uyumlu’ olmayı arayışta ‘edep’ vardır. Yaratıcı karşısında insana önce ‘edep’ gerekir.” (s.90)
  • “İnsanoğlu binlerce yıldan bu yana, daha ‘Akl’ın ne olduğuna ve nasıl bir ‘yeti’ niteliği taşıdığında uzlaşma sağlamamışken, böyle bir araçtan yola çıkarak kuşatıcı yöntem inşa edebileceğimizi öngörmek, doğrusu yadırganacak bir ‘akılsızlık’ değil midir?” (s.91)
  • “Müslüman insanın bu çıkmazda mutluluğu bulmasına ihtimal yok. Çok ‘akılcı’ hayli Müslüman tanıdım ama hiçbirini huzurlu ve tatmin olmuş göremedim. Özellikle de inançlarıyla uyum içinde ve derin bir zevk hali yaşayabildiklerine tanık olamadım.” (s.92)
  • “Oysa ‘akılcılık’, yapay bir doğa içinde tur attırıp insanı tekrar gişenin önüne getiren bir lunapark treninden başka bir şey değil.” (s.92)
  • “Bunlara çarpıcı bir örnek olarak, Hazret-i Ebu Bekir’in zekât vermeyenler üzerine askeri birlik gönderme ve yaptırım uygulama kararı alması karşısında sergilenen ilk tepkileri belirtebiliriz.” (s.96)
  • “Devlet yönetimini ve dolayısıyla yasama yetkisini Hazreti Ali’den hile ile almış olması, Kerbela vahşetine imza atacak oğlu Yezid’e saltanat hazırlaması, böylece İslam dünyasındaki gelmiş geçmiş en büyük fitneyi kökleştiren zalimi ümmete musallat etmesi, hesabı yeryüzünde görülebilecek bir dava da değildir.” (s.102)
  • “Yenilik, zaman içinde değişen şartlardan doğan ihtiyaçları karşılamak üzere, derinlemesine araştırma, tartışma ve uzlaşma sonucu ortaya çıkmadıkça benimseme oranı düşük olacak ve toplum içinde gerginliğe yol açabilecektir.” (s.103)
  • “İhtiyaçların dayattığı yenilik ve değişim, özgün çözümlemeler getirmelidir. Başka kültür çevrelerinin yükselen değerlerinden ilham alınsa bile üstüne kimliğin damgası basılı, en azından toplumun kendi özellikleriyle uyumunu sağlayacak düzenlemeler gerçekleştirilebilmelidir.” (s.103)
  • “İslam toplumlarının tarihi seyrini incelediğimiz zaman ‘Muhalefet Kültürü’nün çöktüğü yerde, en zorunlu alanda ve en düşük düzeyde yeniliğin dahi fitneye sebep teşkil edebildiğini görüyoruz.” (s.103)
  • “O sebepledir ki, geçmişin herhangi bir dönemindeki İslami uygulamalarla ilgili haklı veya haksız olumsuzluklardan yola çıkarak İslam’ın özü ve geneli hakkında yargıda bulunanlar tuhaf bir yanlışa düşmektedirler. Böyle bir davranış, denizdeki kirlilikten ötürü denizi suçlu bulmak gibidir.” (s.106)
  • “Öz kaynaktan sapma korkusu ile yenilik ihtiyacı arasında çatışma, İslam toplumlarının kültür hayatını derinden etkilemeye devam etmiştir.” (s.106)
  • “Bidat korkusu içtihat dinamiğini bastırmıştır. Başka bir deyişle yozlaşma kaygısı, gelişim ve değişim ihtiyacına işleyebilen bir kurumsal yaklaşımın önünü kesmiştir. Sapma korkusu kaskatı donukluklarının bekçiliğini yaparken zaman içinde yenilik ve değişim ihtiyacı gerçekten yozlaşmaya ol açacak sınırları da zorlamaya başlamıştır.” (s.107)
  • “Doğrusu her iki kaygıyı uzlaştıracak ve her zaman geçerli olacak bir teknik bulmak halen de çok kolay görünmemektedir. Eğer bu karmaşık durum aşılacaksa onun öne tartışabilirliği üzerinde ittifak etmekten başka yol yoktur.” (s.107)
  • “Devraldığımız İslam kültür mirası, elbette hala muazzam bir servet olarak hayatımızı zenginleştirmeye devam etmektedir. Bu mirasın eskiyen ve günceli karşılamakta yetersiz kalan yönlerinin yoğunluğu, onu üretenlerin eksikliğini veya geriliğini göstermez. Yüzlerce yıl sonrasının pek çok boyutunu görememiş olmaları, onları küçümsememizi de haklı çıkarmaz.” (s.116)
  • “Öte yandan, kıldan – tüyden günlük sorunlarımızın bile çözümünü yalnızca bu külliyatın içinde bulabileceğimiz yönündeki saplantı da onu üretenleri yüceltmek değildir. Aksine, onlara da Allah’a da iftiradır. Çünkü böyle bir iddia, o bilginleri dolaylı bir biçimde tanrılaştırmak demektir.” (s.116)
  • “Yüzlerce yıldan bu yana, daha Batı’nın cehalet ve geriliğinin tartışılmaz gerçek olduğu asırlardan   günümüze kadar çözemediğimiz temel bir sorunumuz vardır. Bu her zaman karşımıza çıkan evrensel ile güncel çatışmasına çözüm üretmek için yenilenebilir, dolayısıyla sürdürülebilir bir yöntem geliştiremeyişimiz. Oysa bu yöntem için yeterli ilhamı dört büyük halifenin uygulamalarında bulmak mümkündür. Bütün mesele, bu uygulamaları Kur’an ve Sünnet’ ten süzen mantığı keşfedip Hazret-i Ebu Bekir’in, Hazret-i Ömer’in, Hazret-i Osman’ın ve Hazreti-i Ali’nin bakış tarzını güncelleştirebilmektedir.” (s.117)
  • “Risk korkusuyla yeniliklerden kaçınan Müslümanlara eksiksiz bir saygı duyuyor ama tavırlarını onaylamıyorum. Zira onların büyük bir çoğunluğunu ‘riski göze almamak’ adına kendi gerçeklerinden kaçtıklarını ve böylece ruh sağlıklarını bozucu türlü karmaşık haller yaşadıklarını düşünüyorum.” (s.119)
  • “Ayrıca bu noktada ‘zaruret’in fıkıhtan alınma bir maymuncuk gibi her kapıyı açmada kullanılabildiğini de kaydetmek durumundayım. Fıkıh yöntemi bize, ‘zorunluluk’ olduğu zaman kurallara uymayabileceğimizi söylüyor; neyin ‘zorunluluk’ sayılabileceği konusunda da ilkeleri belirliyor. Fakat birey ‘zorunluluk’ halini kendi kendine tanımlamaya kalktığı zaman her türlü kuralı delebiliyor.” (s.119)
  • “O Hazret-i Ali ki, tam öldüreceği anda düşmanı yüzüne tükürdüğü için ‘Bu durumda işe nefsimin hıncı karışır.’ diyerek kılıcını indirmekten vazgeçmiştir.” (s.124)
  • “Her durumda işin özü yeryüzünde bozgunculuğu, kan dökmeyi ve zulmü önlemek olduğuna göre, söz gelimi herhangi bir Gayrı Müslim gücün daha fazla insanın ölmesini önlemeye yönelik girişimi de kaba savaş anlamındaki cihadın temel hikmetini karşılamış olur. Yeter ki niyet gerçekten barış ve adalet olsun.” (s.127)
  • “Şüphe yok ki, insanoğlu var olduğu sürece gerekli bulunan cihat gerçek ve geniş anlamıyla ‘insan hakları ve uygarlık mücadelesi’dir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ‘iyiliği emretme ve kötülüğü menetme’ görevi budur.” (s.131)
  • “İslam dünyasında yenileyici ruhun pörsümesinden birkaç asır sonraya sarkabilen Osmanlı yükselme çağı, adeta bu uygarlığın uzatma devrelerini oluşturur.” (s.137)
  • “Böyle bir durumda, arızalı bir aracın yokuş aşağı giderken, sağlam olduğu zamandan daha yüksek bir hıza ulaşmasına benzer.” (s.137)
  • “Endülüs’teki çözülüş ve çürüyüş, İslam Uygarlığı’nın gerçek sonuydu. Nitekim bu dönemden sonra Osmanlı ‘altın çağı’nı idrak ederken, Batı arayış devrini bitirmiş, yeniden dirilişin temellerini atmış bulunmaktaydı.” (s.137)
  • “Başlangıç ve gelişim sürecinde Hristiyan olan bu uygarlık zamanla ‘yozlaşmış kilise’nin etkisinden uzaklaştıkça ve hatta ‘İncil’lerin ilke ve öğretilerine ters düştükçe, olumlu ve olumsuz yanlarıyla evrenselleşmiştir.” (s.138)
  • “Bu süreçte edilgin-tepkici konumundaki İslam toplumlarının kimlik bunalımları da müzmin ama beraber yaşanabilir bir hastalık haline gelmiştir.” (s.138)
  • “Müslüman toplumlar artık bilinçaltlarına hâkim teslimiyetle, çoğu zaman uygarlık anlamında algıladıkları çağ’ı; bünyelerine sinmiş, ölümcül olmayan, ağrıları azaltabilir ve etkilerine karşı avunma sağlayabilir bir maraz gibi görmektedirler.” (s.139
  • “Müslüman Türk toplumu özelinde, edilgin-tepkici konumda bulunmanın karmaşık sonuçlarını tartışmak için, karşı dünyayı alt etmekten umudun kesildiği dönemi sağlıklı bir biçimde değerlendirmek gerekir.” (s.139)
  • “Günümüzde toplumun belli kesimlerinin tepkilerinden rahatsız bulunan ‘düzen’, gerçekte aynı ‘tepki’lerin büyük ölçüde hazırlayıcısıdır.” (s.141)
  • “Adeta fincan yüklü bir filin kaşınması gibi devletin durup dururken kendi uyruklarından kalabalık bir kesimi silkeleyişi, toplum yapısını sarsmaya başlar.” (s.155)
  • “Milyonlarca insanı, yıllar boyu kendi devletleri ile kavgalı durumda kalmaktan kurtaramamak akıl almaz bir yönetim faciasıdır.” (s.155)
  • “İnsanlık tarihinin en utanç verici barbarlık uygulamaları Batı’nın imzasını taşır. Bütün bunlardan sonra kalkıp da ‘batı, demokrasi kültürü sayesinde şahlanmıştır’ demek, pek gerçekçi ve namuslu bir değerlendirme olamaz.” (s.162)
  • “Günümüzde ‘demokrasi’ kelimesinin hemen her insanın zihninde uyandırdığı bütün ortak anlam ve değerlerin temel cevherini ‘muhalefet kültürü’ deyimiyle ifade ediyorum. … Oysa ‘muhalefet’ kavramı direnişi içerdiği gibi ‘eleştiri’yi de içerir…” (s.164)
  • “Muhalefet kültürünün gelişmeye açık bulunmadığı toplumlarda ve topluluklarda (cemaat), başta din olmak üzere bütün temel kurumlar donuklaşır, bilim, sanat ve düşünce hayatı sönükleşir. … Hepsinden önemlisi; sağlıklı, kalıcı yenilik ve atılım coşkusu sıfırlanır. … Demokrasi her şeyden önce ‘muhalefet kültürü’ demektir.” (s.165)
  • “Hakiki ve ileri bir demokraside iktidar, muhalefetin özgür, samimi, renkli, kişilikli ve etkin olabilmesinden de kendisini sorumlu hissedebilmelidir.” (s.167)
  • “Bir iktidarın ‘muhalefet Kültürü’ açısından gelişmişliği ve mükemmelleşme yeteneği, onun yasal muhaliflere karşı tutumundan çok yasa dışı muhaliflere ve her türlü aykırılıklara karşı davranışlarıyla, özelikle böyle durumlarda hukuk sınırları içinde kalma duyarlılığı ölçülür.” (s.170)
  • “Bunun için başka insanların temel haklarına saldırı sınırına kadar her türlü aykırılığın doğal bir hak olabilmesi, muhalefet Kültürü’nün ürünüdür. … O da şiddet içermeyen aykırılıkların mevcudiyetini zorunlu saymak ve hatta olabilirlik yönünden özendirmektir. Çünkü ‘aykırılık’ yaratıcılıktır, şu veya bu yönde, şu veya bu açıdan riskli de olsa gelişmenin temel dinamiğidir.” (s.171)
  • “İslam toplumunun ilk çağında olgun ‘muhalefet kültürü’, yönetenlerin adsız ‘at’ı idi, şimdi de ‘demokrasi’ düzenin arabası ve ‘adı’dır.” (s.173)
  • “‘Muhalefet Kültürü’ olan demokrasi idealinde Müslümanların ‘tuzu’ vardır. Fakat aynı Müslümanlar önce kendi aralarında ‘muhalefet kültürü’nü yok eden Emevî saltanatı ile beraber, çağlar içinde evrensel hakiki demokrasi ülküsünde katkılarını sıfırlamaya yüz tutmuşlardır, o başka…” (s.179)
  • “Kanaatimce ‘ideolojik İslam’ deyimi, ‘Siyasal İslam’ ile nitelenen hareket ve oluşumların dışında bulunmayan ama onların daha çok aydın kadrolarını içeren bir tanımlamadır. … ‘Siyasal İslam’ geniş halk kitlelerini, iddiasız ve barışçıl insanları da kuşatabilir. ‘İdeolojik İslam’ ise daha keskin bir seçimdir; belli bir bilinç düzeyi gerektirir, fanatik taraftarlık ve hatta çoğu zaman militanlık dayatabilir. (s.187)
  • “Ayrıca ‘siyasal İslam’ın dinin temel kaynakları ile çelişmeyecek eğilim ve aksiyonları da içerebileceğini ama ‘ideolojik İslam’ın aynı kaynaklar açısından daha sorunlu bir yaklaşım olduğuna dikkat çekmek gerekir.” (s.188)
  • “İdeolojik İslamcı eğiliminin gelişiminde Marksizm’in katkısını temellendiren en önemli gerçek, ‘anti- kapitalizm’ ve ‘anti- emperyalizm’ söylemidir.” (s.188)
  • “Bir birey olarak, Yaratıcı tarafından fevkalade önemsendiğimizi hissediyorum. Bu yolla bizi, ‘yasa’ koyucu ismine (Şari) hem ‘muhatap’, hem de ‘vekil’ kılmayı dilediğini seziyorum.” (s.194)
  • “Bu, kıldan ince-kılıçtan kesinkince ‘sırat’ çizgisinde, sıradanlıktan öteki boyuta sıçrama eğitimidir. Kendi kendimizi ona gizli veya açık şekilde ortak koşma ahmaklığına düşmeden, ‘yasa’ koyuculuğunun da ‘Halife’si olabilecek miyiz?” (s.194)
  • “O’nun, kendi istediğini yaşatma ve uygulatmada ‘başarısız’ olabileceğine inanmak mümkün bulunmadığına göre, anahtar, çoğulculuğun ve sonsuz çeşitliliğin içindeki ‘birlik’ noktalarında…” (s.196)
  • “Hayır, ‘tekilci anlayış’, kelime ve anlam benzerliğine rağmen asla Tevhid’çi anlayış olamaz.” (s.196)
  • “Esasen ‘fitne’ kelimesinin sözlük karşılığında sadece ‘bozgunculuk’ anlamı yok, ‘sınav’ anlamı da var.” (s.198)
  • “Herhalde biz ‘erkek’ milletinin işine öyle geldiği için sözlükten sadece ‘bozgunculuk’ boyutunu seçip aldık. Bu deyimin içerdiği ‘sınav’ uyarısını atladık.” (s.198)
  • “İslam dünyasında dindarlık bağlamında yaşanan boyutuyla kadın-erken ayrımı, dinin temel şartlarından birisi değildir. Fakat dinle ilintili bir örf meselesidir.” (s.201)
  • “Kadın ‘havva’ demek… ‘havva ‘bela’, yani sınav demek… hem bizzat Havva’nın kendisi için, hem Adem için bir imtihan.” (s.203)
  • “Tasavvufun ‘mecazi aşk’ dediği; sonsuzla bütünleşmeye yönelik alıştırmalar hep ‘kadın simgesi’ veya kadını çağrıştıran başka simgeler etrafında gerçekleşir.” (s.204)
  • “Açıkçası, ‘kadın’ simgesi hem kadın hem de erkek için ‘hakiki aşk’ damlası ile mayalanacak ‘mecaz yoğurdu’ durumundadır. Bu yüzdendir ki, şarkın kadın şairi de kara sevdasını anlatacağı zaman ‘Leyla’ terimini kullanmıştır. ‘Leyla’ dişi değil hem erkek hem de kadın kavuşulmak istenen biricik sevgilinin cins ismidir.” (s.204)
  • “Bir an için ‘kadın’ kelimesinin alegorik anahtar niteliğini bir yana bırakırsak bile yine de ‘kadın fitnesi’, kitlelerin anladığından çok daha geniş kapsamlıdır.” (s.207)
  • “Bu deyimde kadın ve erkeğin ortak sorumluluğu kaçınılmazdır. Oysa taraflar genellikle bu sorumluluğu kendi üzerlerinden atmaya eğilimlidir. En azından karşı tarafın daha ağır sorumluluk içinde bulunduğuna hükmederler.” (s.207)
  • “Bir kere, ‘kadın fitnesi’ deyiminin, bu fitneyi her zaman kadının çıkaracağı anlamına da gelmediğini hep akılda tutmak gerekiyor. Kadını anlamamak, yanlış anlamak; yeteneğinden azıyla veya potansiyelinden fazlasıyla yükümlü ve sorumlu kılmak gibi çok çeşitli ‘erkek yanlışları’ da ‘kadın fitnesi’nin sebeplerini oluşturabilir.” (s.209)
  • “Resmi yaptırımlarla çok eşli olmak değil, sadece ve sadece çok resmi nikahlı olmak önlenebilmektedir.” (s.213)
  • “Oysa sekülerciliğin yükselişiyle paralel gelişen ve yayılan ‘playboy’ kültürü geleneksel çok eşliliği bile köhneleştirmiştir. Bu süreçte erkeğin çok eşliliğine, yaygın şekilde ‘kadının da çok eşle olabilirliği’ eklenmiştir. Ayrıca karma beraberlikler de cabası!” (s.213)
  • “Oysa tarihten biliyoruz ki, cariyelik gerçekte tasfiye edilememiş ve yüzlerce yıl boyunca İslam dünyası, başka iklimlerde ve özellikle Batı’da neredeyse ‘harem’ kelimesiyle özdeş algılanmıştır.” (s.215)
  • “Esasen yeryüzünde kendini ‘özgür’ olarak tanımlayan, geçici beraberliklerle gününü gün etmeye yatkın milyonlarca kadının varlığı, muazzam bir uluslararası cariye sektörü oluşturmaktadır.” (s.216)
  • “Kanaatimce doğru tanım, hiçbir şekilde meta olmayı kabul etmeyen kadını özgür kabul eder.” (s.218)
  • “Bu durumda kendisini çok serbest ve bağımsız hissettiği veya öyle tanımladığı halde pek çok erkek tarafından meta niteliğinde görülmekten kurtulamayan kadın, hangi çağ ve kültürde olursa olsun klasik anlamdaki cariye ile benzer bir konumda demektir.” (s.218)
  • “Çağımızda cariyelik patlamıştır. … Bunu da çağdaş insan, feminizmin altın döneminde becermiştir. … Kendisini özgür hisseden ve öyle tanımlayan ama böyle iken aynı zamanda erkeklerin en azından göz zevki için birer araç olarak da kullandırtabilen sayısız genç kadın mevcut bulunduğu sürece fiili cariyeliğin kökü kazınamaz. … Cariyelik her çağda olabilecek, tasfiye edilir gibi görünüp tekrar hortlayabilecek bir çarpıklıktır…” (s.220)
  • “Demek ki kompleks sorunlarımız ‘kahrolsun’ veya ‘yaşasın’ naraları ile çözülecek kadar basit değil.” (s.239)
  • “Demek ki, kadın fitnesi; öyle ‘hakiki şeriat mayoları’, ‘haremlik-selamlık plajları’ gibi, her biri ayrıca kompleks bir durum olan gülünç seçenek veya çözüm saplantıları ile geçiştirilecek bir alan değildir. … Her fitne gibi mutlaka ‘kadın fitnesi’ de öncelikle insanların kafasındadır; ağırlıklı olarak da erkeklerin kafasındadır.” (s.240)

İyi okumalar.

Yazı gezinmesi

Mobil sürümden çık