Her zamanki gibi bir kitabı daha bitirdikten sonra yazımı hazırlamak için bilgisayar başına geçtim. Stefan Zweig tarafından kaleme alınan Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı eseri bitireli çok olmadı. Yine bir klasik var karşımızda, yine ince bir kitap, tek oturuşta bitirilebilecek, otobüs – uçak gibi yolculuklarda size mükemmel eşlik edebilecek anlamlı bir kitap. Bakalım neler var?
Kitap aslında adı üzerine bir kadının yaşadığı yirmi dört saatlik sürede başından geçenleri, karakterin ağzından hikayesini içeriyor. “Tamamen dürüst” olduğunu söyleyen karakterin ilk kez bir başkasına anlattığı bu hikaye, okuyucuyu derinden etkileyecek türden bir konuya parmak basıyor (aslında o “bir” kişi biziz belki de).
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat Kısa ve Öz Anlatıyor
Mrs. C adlı karakterin hikayesini dinlemeden önce olayın o ana gelişi hakkında enteresan bir konu ile karşılaşıyor ve sonrasında yirmi dört saatlik süreci karakterden dinliyoruz (yani okuyoruz). Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı eser bir otelde tatillerini yapmakta olan bir grup insan arasında yer alan evli ve çocuk sahibi Madam Henriette’in ansızın kocasını bırakıp grubun favorisi olan bir bekar ile kaçması ile başlıyor. Bu olay sonrasında tatile gelen gruptakilerin düşünceleri ve tartışmaları devam ederken hikaye zamanla daha da minimize olarak iki kişinin karşılıklı diyaloglarına kadar geliyor ve sonunda ana karakterimiz ağzından 24 saatlik yaşanan macerayı okuyoruz.
Aslında kitapta bizi anlatan çok şey var: örneğin “yakışıklı” bir gencin gruba gelerek kendisi sevdirmesi, bir bayanın onun bu pırıltısına kapılarak kaçması, sonrasında yaşananlar, benzer bir durumda olan Mrs. C’nin başına gelenler… Sormamız gereken çok soru var burada: neden bu kadar nefsi bakıyoruz olaylara? Neden insanları öncelikle dış görünüşe göre değerlendirip, ona göre hayaller kuruyor, içsel dünyaları hakkında hiç bir fikrimiz olmadan adımlar atıyoruz? Yazar belki de direkt bu soruları sormuyor ancak satır aralarında karakterlerin ağzından ince elediği mesajları karşılıklı diyaloglar arasına gizleyerek bir nevi tartışma içerisine sokuyor ve bizde iyi bir izleyici olarak sonuca kadar soluksuz okuyoruz.
Zweig’in yalın anlatımına son zamanlarda okuduğum diğer eserlerinde rastlamıştım. İşte bu yalın anlatım size Mrs. C’nin hissettiği o duyguları her şeyi ile anımsamanıza neden oluyor. Mrs. C başından geçen hikayeyi anlatırken yaşadıklarını o kadar güzel betimliyor ki, bu sizi oldukça etkiliyor. Gördüğü şeyleri anlatırken kullandığı birden fazla betimleler, kelime haznenizi de genişletirken aynı şeyi farklı ve çok etkileyici bir şekilde anlatması sizleri derinden etkiliyor. Yazar bir kadının merhamet, aşk ve hayal kırıklığını yalın anlatımı ve sürükleyici betimleyişi ile okuyucuya yansıtıyor. Tutkunun esiri bir erkeğin başına gelenler, insan psikolojisinin yansımaları, samimiyet… 72 sayfalık esere bir çok konu sığdırması başlı başına bir başarıdır.
Benim elimdeki kitap Selma Türkis Noyan tarafından çevrilen ve Doğan Kitap / Hepsi Klasik Serisi adı altında piyasaya uygun fiyatla sunulan 72 sayfalık kitaptı. Kitapta gördüğüm eksiklikler: ehven (6. sayfa, sehven yazmalıydı), 12. sayfada karakteri mavi gözlü olarak betimlerken, 16. sayfada aynı karakter için “deniz yeşili gözlerinin üzerinden…” söyleminde bulunması ya çeviri hatası ya da ben karakterleri karıştırdım. Bunun yanında bazı İngilizce diyalogların Türkçesinin yazılmaması da bir eksiklik olarak göze çarptı.
STEFAN ZWEİG YALIN ANLATIMI VE MÜKEMMEL BETİMLEMESİ İLE DİKKAT ÇEKİYOR
24 saati 72 sayfaya sığdırmak gerçekten zor olsa gerek… Hayat kısa, o yüzden kitabı okuduktan sonra kime hak verirsiniz bilmiyorum. Stefan Zweig zaten derdini anlatırken karakterleri birbiri ile tartıştırıyor ve sizleri de bu tartışmaya ortak ediyor. Aslında sorduğu soru ve aradığı cevap belli. Bir yanda evli olmasına rağmen daha bir kaç saattir tanıdığı adamın peşinden koşan bir kadın, bir tarafta da başka bir kadının 24 saatlik zaman diliminde yaşadığı aşk, pişmanlık, öfke ve hayal kırıklığı. Sizce hangisi?
Yazar, gerçekten bir insanın başından geçen olayı ve hissettiklerini ince ince işlemesi gerçekten okunası. Yaşamınızdan izler bulacağınız satırlar yer alıyor. Stefan Zweig bir erkek olmasına rağmen kadınları çok iyi tanıdığı ve bir kadının hissettiklerini oldukça başarılı bir şekilde betimlediğini de eklemek gerek. Bu durum diğer eserlerinde de yer alıyor. Sonu hüzünlü biten eser hakkındaki görüşlerimi, yine kitaptan bir cümle ile tamamlayalım: “Uğruna tüm hayatımı elimin tersiyle itmeye hazır olduğum bu adam için bir karınca kadar değerim yoktu.”
İyi okumalar.
….
Kitabı okurken altını çizdiğim bazı cümleleri sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Duyumlarını uyaracak ölçüde yakınlarında gerçekleşmeyen bir olaya ilgi göstermek pek içlerinden gelmez ama aynı şey gözlerinin önünde, doğrudan duygularına dokunma mesafesinde gerçekleşirse, bu olay önemsiz bile olsa, hemen aşırı bir duyarlılık gösterirler.”
“(…) ama hiçbir şey, yeryüzünde hiçbir şey çaresizliği, kendinden ümidi kesmişliği, daha hayattayken ölmüş olmayı bu hareketsizlik, şakır şakır yağan yağmurun altında bu durgun ve duygusuz duruş, ayağa kalkamayacak kadar korunacak bir dam altı bulmak için birkaç adım atamayacak kadar yorgun olmak, kendi varlığına karşı bu olağandışı ilgisizlik kadar sarsıcı bir şekilde ifade edemezdi. Hiçbir heykeltıraş, hiçbir şair, ne Michelangelo ne de Dante, son ümitsizliğin jestlerini, kendin sağanak halinde yağan yağmura teslim etmiş, kendini korumak için parmağını bile oynatmayacak kadar kayıtsız ve yorgun olan bu yaşayan insan kadar güzel hissetmemi sağlayamazdı.”
“Bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler; çünkü yaşama arzusu, düşüncelerimizde var olan ölüm arzusunda çok daha güçlü şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur.”
“Bir gerçek, bütün ayrıntılarıyla birlikte açıklanmazsa, değer taşımaz.” (s. 17)
“İnsan kendini oyunda belli eder.” (s. 23)
“… Çünkü insan ölmüyor, yıldırım düşmüş bir ağaç gibi devrilmiyor, yaşadığı acı dolu anları atlatabiliyor ve kalbi gene çarpmaya, nabzı artmaya devam ediyor. …” (s. 69)
“Zaten yaşlanmak demek, geçmişten korkmamak demektir.” (s. 71)