Gönül Makamı adlı kitap Müziğimizin Anlamı alt başlığı ile yaklaşık 272 sayfalık, bugüne kadar en çok altını çizdiğim cümlelerin yer aldığı bir eser olarak ben de yeri farklı olan bir yapıt. Tam adı Savaş Şafak Barkçin olan yazarımıza ait bu eserin sadece musiki anlamında değil, uluslararası ilişkilerden tutun da siyasete ve medeniyet konularına kadar bir çok konuda sizlerin ufkunu açacak bilgiler barındırdığını söylesem? Evet, bence okunmalı. Bu yazıyı hazırladığım sıralarda eserin kitap sitelerindeki fiyatı yaklaşık 90 TL civarındaydı ancak yayınevinin kendi sitesinde fiyatının 66.5 TL olduğunu da ekleyeyim. Elimde bulunan baskısı 2017 yılına ait ve İnsan yayınları tarafından piyasaya sürülen eserin mavi ve beyaz kapak şeklinde iki farklı versiyonu kitapçılarda karşınıza çıkabilir.
Yazarın bu eserini bir meslek büyüğümüzün önerisiyle aldım ve inanır mısınız: neredeyse her sayfasında ayrı ayrı notlar tuttum ki bunlardan bazılarını bu yazımda paylaşacağım. Tutmuş olduğum notlar Word üzerinde yaklaşık 13 sayfa yer kaplıyor; hepsi birbirinden önemli olan bu cümleleri de bir daha elekten geçirip kalan kısmı sizlerle okuyasınız diye yazımın sonuna ekleyeceğim.
Gönül Makamı adlı eseri elime alıp daha ilk sayfada yazarın kitabı ithaf ederken kullandığı şu cümle ile karşılaşmak gerçekten müthiş: “Bu kitaptaki güzellikler onlara, eksiklikler ise bize aittir.” Ne kadar güzel bir cümle değil mi? “Onlar” diyerek bahsettikleri ise Osmanlı dönemi ünlü bestekarı Zekai Dede Efendi ile onun varisi olan Ahmed Avni Konuk Hazretleri idi. Klasik Türk musikisinin Osmanlı dönemindeki son büyük bestekârı olan Zekai Dede Efendi ile Ahmed Avni Konuk ismini kitabın ilerleyen sayfalarında sıkça okuduk, onların yaşantılarından arta kalan anılarına, güzelliklerine yazarın gözlerinden şahit olduk. Bu isimler hakkında ayrıca yorumda ve paylaşımda bulunmayacağım ama araştırmanızı öneririm.
Bu arada kitabın içindekiler kısmında gördüğümüz 22 konu başlığı içerisinde 2 tanesi de Ahmed Avni Konuk’a ayrılmış. Yine sayfaları çevirdiğimizde yazarın kısa bir biyografisini de okuyoruz. Biyografide daha önce görev yaptığı kurumlarla ilgili pek bir bilgi yok ancak ben söyleyeyim: yazar, bir dönem Cumhurbaşkanlığı danışmanı olarak da görev yapmış. Buradan anlaşılıyor ki “danışmanlık” görevinin çok yavan bir meslek. Bunu neden söyledim? Çünkü son tahlilde aslında yapmak istediklerinin çoğunu yapamamış, yaptıramamış. Muhtemelen çabalamış ancak sonuç elde edememiş. Kitabın devamında ise Enver Gülşen isimli bir yazar tarafından Sunuş kısmı ve yazarın kendi kaleminden önsöz bizleri karşılıyor.
Kitap hakkında ilk dikkatimi çeken, hakkında kitap sitelerinde fazla yorum olmaması: örneğin 1000kitap üzerinde kitapla ilgili herhangi bir inceleme bile yazılmamış olması üzücüydü (ilk inceleme benden geldi). Diğer büyük güvenilir kitap siteleri üzerinde de aynı şekilde kitap hakkında pek yorum olmaması açıkçası enteresan geldi. İlk olarak 2016 yılında yayımlanan bu kitaba 2017 yılında Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği tarafından ödül verilmiş. İçerisinde -her ne kadar müzik alt başlığını taşısa da- tarih, şiir, tasavvuf, edebiyat, biyografi gibi pek çok konuda okuyucuya ışık tutan bilgiler var. Şunu demek istiyorum: neden daha çok kişi okumadı bu kitabı veya neden yorum yazmadı? Uyanın!
Kitap hakkında ve altını çizdiklerimden sizlere yine bahsedeceğim ama okumaya başladıktan ve bitirdikten sonra yazarın hayat hikayesinin peşine düştüm öncelikle. Çünkü her kitap okuma öncesi ve sonrası yazarın hayatını, hakkında yazılıp çizilenleri hızlıca araştırır, okurum. Yazarı biraz daha araştırdığımda Savaş Ş. Barkçin, “Gönül Makamı” adlı bir TV programı da yönetmiş: Evet, yıllar önce TRT ekranlarında Murat Salim Tokaç’ın müzik yönetmenliğini yaptığı “Gönül Makamı” adlı programı hazırlayıp sunduğunu öğrendim. Youtube kanallarında programın videoları ve kaside, tevşih, taksim, peşrev, türkü gibi değişik kategorilerde oynatma listeleri de mevcut. Ben favorilere ekledim.
Gönül Makamı – Kitap İncelemesi
Gönül Makamı, yukarıda da belirttiğim gibi Enver Gülşen tarafından bir sunuş kısmı ile başlıyor ve Gülşen, kitabı “Muhabbet kültürüne ve aşktan hareket eden meşke, her alanında birincil önem veren bir medeniyetin, günümüzdeki sağlıklı bir okuma yorumu Gönül Makamı…” (s. 11) sözleriyle özetliyor. Yazarın kitabında her ne kadar sanatı anlattığı düşünülse de içerisinde “aşkın sanatı” nasıl bir sanattır meselesini anlamak üzere, büyük mûsikî üstatlarından hareketle bir yol çizerek, muhabbet ve meşk kültürüne her alanında birincil önem veren bir medeniyetin, günümüzde sağlıklı bir okuma ve yorumunu yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken dinlemenin de ne kadar önemli olduğuna sık sık vurguluyor: “Alemlerin manası Efendimize vahyolunan “Oku!” hitabına “buyur” demektir” dinle!” diyor.
Ne yazık ki bugün bulunduğumuz topraklarda, aynı havayı soluduğumuz, aynı kimliğe sahip olduğumuz bazı vatandaşlar geçmişimize sövmeyi bir marifet gibi görüyor ve ona göre hareket ediyor. Halbuki geçmişimiz gerçekten mükemmel: kültür ve medeniyet açısından büyük bir mirasa sahibiz. Peki, bu mirasa sahip çıkıyor muyuz? Bugünkü anlamsız müzikler yerine geçmişimizi aydınlatacak ve hem ruhumuza hem bedenimize hem aklımıza iyi gelecek olan müziğimizi doğru anlamak ve musiki tarihini bilmek açısından elimde çok önemli bir kitap tutuyorum. İçerisinde müzik ve tasavvuf bağlamında önemli tespitler barındıran eserin tamamına baktığımda sanatla ilgilenenlerin doğru yolda hareket etmesi için faydalı yönlendirmelerin yer aldığını düşünüyorum.
Yazar zaten Gönül Makamı adlı kitabında müziğin sadece müzik olmadığını hatta “Müzik de sadece bir zevk değil, her şey ve her zevk gibi içinde bir anlam, değer düşünce barındıran felsefi bir alandır.” (s. 21) diyerek müziği dar bir alana hapsetmek yerine hayatımızın her alanına vakıf olabileceğini söylüyor: bununla kalmıyor, bilinen felsefi düşünce ile de sınırlayamayacağımızı anlatmaya çalışıyor. Ekliyor: “Bilmek, kılmak, olmak… Bu üç kavram ‘felsefe’ adında olmasın her bir tefekkürün ve her bir medeniyetin temelini oluşturur.” ( s.21) diyerek daha üst perdeden olaylara bakmamız gerektiği konusunda biz okuyucuları da uyarıyor.
Musiki ile başladığı cümlelerinin sonunda modern dünyayı ve Batı medeniyetine (!) karşı bazılarımızın yaşadığı ezikliğe dikkat çekerek aslında Batı’nın üzüntü ve sıkıntılardan uzak, sessiz ve dingin görüntü vermesine rağmen gerçeğin öyle olmadığını tam aksine “Batı, dünyada en fazla çatışmanın ve insani felaketlerin olduğu yerdir. Dünya savaşlarının hepsini yapan Batı’dır.” (s. 23) diyerek “Faşizm, Batı’nın bütün çöplerini döktüğü sahadır.” (s. 23) tespitinde bulunuyor. Batı hakkında tespitleri, eleştirileri o kadar doğru ki…
Batıyı anlatırken Batı medeniyeti ve yaşantıları hakkında verdiği örnekler gerçekten ilginç ki bazılarını yazının sonuna ekleyeceğim: bu örnekleri okuduğunuzda “vay beee, kral çıplak!” diyeceğinizi düşünüyorum. Bu örnekleri siyasi, ilmi, sosyolojik olarak da tartıp değerlendiriyor ve medeniyetimizin farkını da ortaya koyuyor. Bunu tereyağından kıl çeker gibi çok ustaca yapıyor ve okuyucuya gösteriyor. Gönül Makamı işte böyle bir kitap. Batı konusunda tespitlerini söylerken çekinmeyen yazarın şu tespiti de dikkate değer: “Batı içine en küçük bir ışık huzmesi bile giremeyecek derecede tecrit edilmiş bir nefsaniyet hücresidir.” (s. 24). Katılmamak elde mi?
Gönül Makamı hakkında dedik ya: içerisinde sadece musiki yok, çok önemli tespitler var. Batı medeniyeti (!) konusunda yazar tespitlerini yaparken Osmanlı son döneminde yaşananları da hatırlatarak ilginç tespitlerde bulunuyor: “Aslında Osmanlıların Batı karşısındaki asıl yenilgisi, onlar gibi ve onlar kadar ahlaksızlaşmama, çifte standart uygulayamamadır. Hatta Osmanlılar yine bu sebepten Batılaşmanın en başından beri, Batı’nın temeli olan bu ahlaksızlık sistemini tam olarak kavrayamamışlardır. Ziya Paşa gibi, Namık Kemal gibi, hatta Mehmet Akif gibi Osmanlı ediplerinin Batı’nın ‘ilmini’, ‘irfanını’ överken, onun ikiyüzlü, dolaysıyla Batılı olmayan her toplumu ve insanı düşman olarak gören yıkıcı sömürücü gerçeğine uyanmamış olmaları ne kadar acıdır.” (s. 29). Üzerinde uzun uzadıya tartışılacak bir cümle, geçiyorum.
Bir de kitabı okurken yeni bir dil bilgisi kuralı da öğrendim: “Yabancı dillerdeki kelimelerin yazımında Türkçe okunuş esastır. Bu kuralı unutmamalıyız” şeklinde (s. 31) bir uyarı da bulundu yazar ve evet sayın Savaş bey, bu kuralı artık hiç unutmayacağım! Bu konuda kitaptaki örneği ben de sizinle paylaşayım: yazar, Washington yazmak yerine Türkçe okunuşunu okuyucuyla paylaşmış ki bu da Vaşington şeklinde kitapta yazılmış durumda (s. 31).
Gönül Makamı, yazarın temelde musiki özelde bir çok konuda yazılarının yer aldığı bir eser diye demiştik. Yazar, saf Türkçe konusunda gelen eleştirileri, daha doğrusu başka dillerden Türkçe’ye gelen kelimeleri eleştirenlere de medeniyet bağlamında açıklayıcı ve kapsayıcı cevaplar vermeyi ihmal etmedi. Nedir bunlar? Bir örnek: “Saf ‘Türkçe’ kelime arayanlar, ‘Türk’ müziği , ‘Türk’ kahvesi diyenlerin temel sorunu medeniyet kavramını bilmemeleri, anlamamaları ve yaşamamaları.” (s. 32) Bunun dışında Anadolu diyerek daraltma yapılmamasını “Anadolu kelimesi tarihte asla şu andaki sınırlarımızı ifade etmek için kullanılmadı. Mesela Çorum Anadolu ise, Halep Batum neresidir peki? Misak-ı Milli’nin bile bugün Anadolu dediğimiz bölgenin ötesindeki bölgeleri kapsadığını biliriz.” sözleriyle eleştiriyor. Gayet güzel tespitler.
Yazar medeniyetin tanımını yaparken, bugünkü çağdaşlarının tanımlamalarını da eleştirerek “Anadolu ‘medeniyetler beşiği’dir, ama ne hikmettir ki, bu medeniyetlerin Etiler gibi, eski Yunanlılar gibi en bilinmeyenleri, en uzakta ve en başkası olanları beşikte sallanırken, en yakın, en kuvvetli ve en ‘kendimiz’ olan Selçuklu ve Osmanlı beşikten düşürülmüştür. … Itri’yi, Dede’yi ölü ilan eden ‘Türk’ müzikçileri Batılı müzikçileri, mesela Beethoven ve Mozart’ı her fırsatta birer aziz gibi anarlar.” (s. 36) sözlerini kullanıyor ve medeniyetin gerçek tanımının en kısa haliyle “Medeniyet, bütün sınırlı, yerel ve etnik unsurların kuşatıcı ve evrensel bir bakış içinde katkı vermesi, şekillenmesi ve hayat bulması demektir.” (s. 38) olduğunu dile getiriyor. Yani bizi biz yapan değerlerin doğru algılanması gerektiğini söylüyor: kendi medeniyetimizi sınırlamadan, doğru anlamamız gerekiyor.
Gönül Makamı adlı kitapta yine ilginç bir tespit: sınırları sadece günümüz Anadolu coğrafyasıyla, tarihimizi de yine bugünkü Anadolu coğrafyasıyla sınırlı tutmayıp daha genel bir şekilde takip edilerek değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Bunu anlatırken kullandığı cümle ise çok hoş: “Genellikle tencerede pişen yemeğin içine konan çeşnilerin isimleri sayılır, ama tencerenin adı zikredilmez.” (s. 38). Ne kadar anlamlı, ne kadar doğru, ne kadar kapsayıcı bir cümle değil mi? Otur, iki saat bu cümle için konuş.
Peşi sıra yazar “Osmanlı’nın selefi Selçuklu Devleti İran’da kurulmuştu ve başkenti de bugünkü Tahran idi. Bilmezler ki, 1900’lerin başından itibaren tahta gelen iki Pehlevi şahı dışında hemen bütün şahlar, Kacar olsun Afşar olsun Türk kökenlidir. Yine bilmezler ki, İran medeniyeti veya musikisi dendiğinde onun içindeki Türk unsuru çok belirgindir. Bugün bile ülkenin nüfusunun yarısı Türk’tür.” (s. 38) diyerek neden bu şekilde bir tespitte bulunduğunu da deklare etmiş oluyor. Neden Misak-i Milli ve Anadolu kavramlarını bugünkü coğrafi sınırlar ile sınırlı tutamayacağımızı geçmişimizden örneklerle, belgelerle yüzümüze yüzümüze vuruyor ki helal olsun hocam diye bağırasım geliyor.
Gönül Makamı adlı kitapta musiki dışında anlatılanlar genelde medeniyet ekseni etrafında günümüz ve tarihimizden örnekler ve tespitler ile birlikte aktarılmaya çalışıyor ancak yine de dönüp dolaşıp musiki ile karşılaşıyoruz: sebebi de kitapta yazarın dediği gibi “Müzik, medeniyetin aynasıdır.” (s. 48). Yazarın bu tespiti çok hoşuma gitti: günümüz müzik anlayışı artık neredeyse geçmişinden kopuk, popüler akım rüzgarını arkasına alarak taklit ve görsel materyallerin bir parçası olarak devam etmekte gibi: yani günümüzde müzik adeta bir kargaşaya dönmüş durumda. Kısaca: kalite diplerde. Yazarın özellikle “Musikimizde gelenek ve modernleşme” başlığı altında (ki bu kısım en uzun bölümlerden biridir) ele aldığı konular, tespit ettiği sorunlar ve gelecek adına devlet eliyle yapılması gerekenleri ihtiva eden çözüm önerilerini anlattığı kısım, oldukça dikkatimi çekti. Her devlet adamının çantasında olması gereken tespitler bunlar, not ettik.
Yazar, Gönül Makamı adlı kitabında popüler müziğe yönelik tespitlerini de okuyucuyla paylaştı. Bunlardan bir tanesi de hepimizin tahmin edebileceği gibi “Her toplumda geleneksel musikiyi takip edenler az, popüler musikiyi takip edip beğenenler ise fazladır.” (s. 59) tespiti ancak devamında gelen cümle benim gibi bir çoğumuzun bilmediği bir gerçek: “Geleneksel müziğimizin karşıtı popüler müziktir. Bunun adı TSM denen şeydir. Batı klasik müziğinin karşıtı da pop müziktir.” (s. 59). Türk Sanat Müziğinin, Türk Klasik Müziğinin karşıtı olduğunu görmek, şaşırtıcı ancak yazar bunun nedenini sayfalarca biz okuyucuya aktarmaya da çalıştı. Son tahlilde “Gelecek nesiller, müziğimizin değerini ancak günlüğünü idrak ettiklerinde anlayacaklardır.” (s. 63). Ben tatmin oldum.
Sayın Barkçin, kitabında bazı internet kaynaklarına da yer vermeyi ihmal etmemiş. Bunlardan bir tanesi turkmüsikisi.yahoogroups.com adlı bir site ancak bu site ne yazık ki 2020 yılında kapatılmış. Yapılacak olan baskı güncellemesinde bu sitenin varlığı veya şuan nereye taşındığı hakkında düzeltme yaparsa, bu yazıyı okuyanlar da bize bildirirse ne kadar güzel olur. Bahsedilen adresteki kaynaklardan faydalanmak isterim. Turkmusikisi.com adlı sitede yayında değil. Ancak kitapta “Ahmed Avni Konuk’un Dilkeşide makamındaki ayin-i şerifini her fırsatta dinlemek isterim.” (s.243) cümlesinde bahsedilen zikri sizlerle paylaşmak istiyorum:
Yazar Gönül Makamı adlı eserinde musiki konusunda başka yazarlara da gönül verenlere de atıflarda bulundu: bunlardan not ettiklerim Cinuçen Tanrıkorur (“Onun konser ve konferans kelimelerini birleştirerek terkib ettiği “konferans” tarzında icralar düşüncemize çok uygundur.” s. 65) ve Timuçin Çevikoğlu (makalelerinden örnekler verdi) gibi isimleri sayabiliriz. Tabii yazar, Türk musikisi hakkında yeteri kadar kaynak, araştırma yapı(la)mamasından da dem vuruyor: “Pek çok büyük bestekarı sadece durmadan tekrarlanan birkaç anekdottan tanıyoruz. Oysa harf değişikliği ile koptuğumuz Osmanlı birikimini bugüne aktaracak çalışmalar gereklidir.” (s.66) Bu konuda hak vermemek elde değil: basit bir Osmanlıca dersi aldım, neredeyse 1400’lerde yazılan yazıları okuyabiliyordum! Çözüm başlığı çok doğru: geleneği, geleceğe bağlamalıyız.
Musiki sadece musiki demek değil, daha neler var neler!
Gönül Makamı adlı kitaptaki “Musikimiz bir müze değildir. Bir şehirdir. Canlıdır, etkilidir, etkileşimlidir.” (s. 68) cümlesi ise yine üzerinde çokça konuşulacak bir tespittir. Ancak ne yazık ki biz hala bu ‘geleneğe’ öcü gibi bakıyor, geçmişin tozlu raflarında kalmış bir tarihi eser olarak nitelendiriyoruz. Maalesef öyle… Olması gereken bu mu? Yazar işte tam tersini iddia ediyor ve halen daha canlı olduğunu, etkileşim halinde olduğunu söylüyor. İşte bu durumu daha da arttırmak için vatandaş nezdinde, devlet nezdinde neler yapılması gerektiğini, yapılan yanlışları yüzümüze gözümüze vura vura bizlere anlatıyor ve çözüm önerilerinde bulunuyor. Daha da ileri giderek “Müziğimiz hem tasavvufun bir vitrini hem de kişiyi Rabbine eriştiren bir yoldur.” (s.113) cümlesini kuruyor. Daha ne desin?
Yazarın Gönül Makamı adlı kitapta TRT’ye yönelik eleştirileri (“Peki o koroların geleneğimizde olmadığını biliyor musun?” s.45) hakkında da yazmak isterdim ancak bir noktada bırakmak gerekli diye düşünüyorum. Zaten okuduğunuzda sizde detaylıca olaya vakıf olacaksınız. Daha fazla yazmak istemiyorum çünkü kitabın yarısına geldim, yazacak o kadar şey var ki: bir yerde sonlandırmak ve siz değerli okuyucuların da eklemelerinin olmasını sağlamak istiyorum.
Gönül Makamı’nda yer alan tüm metinler zamanla farklı mecralarda da yayımlanmış, yazara ait cümleler. Eserin sonunda bir röportaj da bizleri karşılıyor ki yazılanlara güzel bir destek sağlamış, içeriği daha iyi anlamamızı sağlamış diyebilirim. Değerli birikimleriyle sanatla ilgilenenlerin gittiği istikamette faydalanacağı bilgileri aktaran yazar eserin genelinde müzik, tasavvuf ve toplumsal konulara değinmiş: kah yol göstermiş, kah yanlışları dile getirmiş, doğruyu aktarmış. Ben bir kaç defa daha bu kitabı okuyacağımı düşünüyorum.
İyi okumalar (yazımın devamında kitapta altını çizdiğim bazı önemli cümleler, notlar sizlerle olacak)
Gönül Makamı adlı kitapta altını çizdiğim yerler
“Müzik de sadece bir zevk değil, her şey ve her zevk gibi içinde bir anlam, değer düşünce barındıran felsefi bir alandır.” (s. 21)
“Gerçekten de değerler (gerçekler), kişisel yönelimler (istekler) ve işler (eylemler) aynı hat üzerindeyse kişinin ahlaki tutarlılığı var demektir.” (s. 22)
“Batı içine en küçük bir ışık huzmesi bile giremeyecek derecede tecrit edilmiş bir nefsaniyet hücresidir.” (s. 24)
“Filozof hayatta gördüğü yanlışları ya işaret eden ya da onları meşrulaştıran kişidir. Ve Batı medeniyetinde filozofların meşrulaştırdıkları sömürgecilikten tutunuz narsisime kadar can yakan pek çok felaket vardır.” (s.28)
“Aslında salim olamayan bir düşünce geleneği olan Batı’ya değil, hala farkında olmadığımız, cahili olduğumuz geleneğimizdeki düşünce, özüne, tefekküre bağlanmalı ve ondan günümüze değerler çıkarmalıyız.” (s.30)
“Modern Türkçe’de “hüviyet” kelimesinin karşılığı olarak türetilen kelime “kimlik” tir. “hüviyet” kelimesinin kökeni hüvedir ve Arapçada “o” demektir. “Kimlik” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı eski Yunanca kökenden gelen Fransızca identite veya İngilizce identity kelimeleridir. Bu kelimelerin kökeninde de id kelimesi, yani “o” zamiri vardır. Demek ki, “kimlik” kavramının esasında “o olmak” anlamı yatar. Peki, bizim şimdi kullandığımız “kimlik” kelimesinin kökeni nedir? “kim?” sorusu elbette. Fakat ”Kim” bir soru zamiridir, “o” gibi bir müsbet cevap değildir. “hüviyet” kelimesinde açık olarak “o olma” durumu söz konusu iken, kimlik kelimesinde “kim?” sorusu sebebiyle bir muğlaklık, bir müphemlik söz konusu. “kimlik” konusunda, şaşkın, “kendi”ni bilmeyen bir toplumun “hüviyet”e karşılık olarak türettiği kelime de ancak bu kadar şaşkın ve muğlak olabilir.” (s.36)
“Medeniyetimizin eşsiz kuşatıcılığına dair başka bir örnek de Hamparsum notasıdır. Kutbünayi Osman Dede’nin geliştirdiği Arap harflerini kullanan müzik notası, yani ebced notasının ardından büyük Osmanlı-Ermeni bestekarı olan Hamparsum Limonciyan Ermeni alfabesindeki harfleri kullanarak yeni bir nota sistemini tasarladı. Müslüman bestekarlar ve icracılar bu notayı kullanmada hiçbir beis görmediler. Osmanlı’nın son döneminde Batılı nota sistemi benimsenene kadar bu notayı kullanmaya devam ettiler.” (s.38)
“Evet, musikimizin yayınladığı alan, medeniyetimizin de sınırlarını gösterir. Bu açıdan bakıldığında ezan en yaygın musiki bestemizdir.” (s.41)
“Toplumsal psikolojimizi sembolize eden yine musikimizdir. Yani şevk sınırlarımız da musikimiz ile çizilidir. Mesela mehter havaları ya da Estergon Kal’ası türküsü bu ülkede yaşayan hemen herkesin göğsünü kabartır. Yemen Türküsü ise hemen hepimizin gözlerini yaşartır. Estergon, Macaristan’daki bir şehrin adıdır. Bir anlamda Batı’ya doğru açılımımızın uç noktasıdır. Yemen ise güneyde ulaştığımız en uç noktadır. Yemen, uzaklığı kadar Osmanlı’nın verdiği binlerce şehit yüzünden hepimize bir yaradır. Başka bir deyişle, ilki medeniyetimizin ulaştığı şahikayı, ikincisi ise yıkımını sembolize eder.” (s.41)
“Altı yüz sene boyunca dört kıtada insani muamele ile kimseyi ayırmadan yöneten bir devletin başka bir toplumlarla uyuşmaması, onlara pek çok şey katıp, onlardan pek çok şeyi devşirmemesi mümkün mü?” (s.42)
“Devletin ve yetkili birimlerin klasik musikimiz yerli yerine koyacak ve ona layık olduğu referans çerçevesi çizecek bir tavrının olmaması.” (s.53)
“Gelenek şimdi durağanlığın, yobazlığın, zamana sıkışıp kalmanın, örfün, an’anemin adı olmuştur. Halbuki gelenek (Batılı dillerdeki karşılığı tradition manasında da) “gelen” şey demektir. Yani köktür, sürekliliktir, sınanmış ve hala kendini üreten, yenileyen, kendine bakan, dolayısıyla da zaman kuşatan şeydir. Gelenek, dünden gelen bugünü şekillendiren ve geleceğe bağlanan şey demektir. Yani “gelene’e” ek”tir. … Herkes kendi geleneğine yapışmalı ve onu günümüzün ihtiyaç ve duyuşuyla yeniden yorumlayarak taşımalı. Geleneğin manası bize gelenleri olduğu gibi aslına sadık kalarak icra etmek değildir.” (s.57)
“Klasik müzik kültür müziğidir, yani “eğitimli ve rafine” bir kitlenin anlayıp takip edebileceği ve zevk alabileceği bir müzik tarzıdır, bu yüzden talebi hazır popüler müziğin aksine devlet ve yerel idareler tarafından sübvanse edilir, desteklenir. … Ancak popüler müzik dinleyenler de, üretenler de klasik müziğe dil uzatmaya, onun değerini düşürmeye yeltenemezler. Çünkü o müziğin o toplumun yapıtaşı olduğu fikir devlet tarafından sürekli beslenir. … TRT’nin ve klasik koroların perişan durumu, eğitimdeki eksiklikler, teori konusunda hala netleşme olmaması, klasik musiki bestekarları ve icracıların isimlerinin yad edilmemesi ve takdir görmemesi hep bu sorunun sonuçlarıdır.” (s.60)
“İmanın kalbe iniş yolu kulak, göz ve kalp şeklindedir. Yani ilahi hitaba ilk muhatap olan kulaktır, sonra gözdür, nihayet kalptir.” (s.81)
“Hobi” kelimesinin İngilizcesi hobbydir. Yine leisure kelimesine benzer bir şekilde Rönesans civarında kullanılmaya başlanmıştır. 13. Yüzyılın sonlarında İngiltere’ de “küçük at, midilli” anlamına gelirdi. Sonraları “oyuncak at” ve 1670’lerde ise “boş zamanı geçirmek için sevilen faaliyet” anlamını kazandı. “Bir maksadı olmayan faaliyet” olarak tanımlanabilir. Özgün anlamı, bir sepeti at gibi süsleyip, bir de kuyruk takıp giyen ve ata biner gibi yapan kişilerin yaptığı oyundur. Bu oyunlar İngiltere’de hasat mevsimindeki ve yılbaşındaki kilise ve halk kutlamalarında yaygındı.” (s.112)
“Bu, bana Mevlana Hazretlerinin bir sözünü hatırlattı: “Sarımsak yiyen birisi ‘gül’ dese bile, ağzından sarımsak kokusu olacaktır.” (s.117)
“Elbette hiçbirimiz günahsız ve kusursuz değiliz. Fakat kusurları arındıran yine edebdir.” (s.120)
“Camide, tekkede icra edilen musiki dinidir. Evde, sokakta, okulda icra edilen değildir” anlayışı musikimizin ve medeniyetimizin özünü anlamamaktadır. Çünkü İslam’da ve medeniyetimizde hayatın her alanı dinidir.”
“HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? Dünyada en yaygın musiki meşkini Müslümanlar yapıyor. Günde beş vakit Hakk’a şehadeti yenileyen ezan, aslında hepimizin günlük musiki meşkidir aynı zamanda.” (s. 123)
“Rönesans’ı sekülerizmin zirveye çıktığı ve hâkim hale geldiği bir dönem olarak anlamalıyız. Bugünkü Batı, Hristiyanlığın değil, Rönesans sonrası sekülerizmin eseridir.” (s.132)
“Bugünlük içinde bulunduğumuz tefekkürsüzlük krizi aynı zamanda bir tavırsızlık krizidir. Tavrımız demek, dünya ile ilgili bir iddiamız, özgün bir yapış tarzımız ve kendimize ait bir yönümüz olması demektir. … Tavırsızlık aynı zamanda tarzsızlık anlamına gelir. Kendine has düşünme, eyleme ve bilme tarzı olmayan bir toplumun kendine has tavrı olması da mümkün değil. … tefekkürümüzü eylem, tavrımızı da tarz ile bütünlediğimizde yeni ve özgün bir medeniyet ortaya koyabiliriz.” (s.137)
“Aşk olmadan meşk olmaz” sözü meşhurdur. Fakat arada başka bir şeyi unutuyoruz: şevk. Aşktan, şevkten de meşk doğar. Aşk Mevla’mızın bir mevhibesidir, bir nimetidir, bir lütfudur. Aşk bir kişiye galebe çalınca ona sebepsiz bir kuvve gelir. Buna “şevk” denir. Şevk insanı harekete geçirir insanın içindeki cevher ortaya çıkar korkak adam cesaret kazanır. Bilmeyen bilir haline gelir.” (s.150)
“Artık kendimizi öğrenmenin, kendimize ait olanın kıymetini bilmenin, kendimiz olmanın ve kendimize yaraşır işler yapmanın vakti gelmedi mi?” (s.157)
“Batı karşısında her alanda gösterdiğimiz bu aşağılık kompleksini bir tarafa bırakmalıyız artık. Özgünlük ve kalite her şeyden önce gelmelidir. Öyle bir müzik okulu kurmalıyız ki, en başta ismi “Konservatuar” olmamalıdır. Özgün bir isim koymalıyız. Aşağılık kompleksine kapılmış bir toplum bile, 1917 yılında kurduğu okula “konservatuar” kelimesi yerine Darülelhan ismini verdi. Yani “nağmeler evi”. Tek başına büyük bir zevki ve bilinci yansıtır bu buluş. …Kelime değiştirmekle ne olur? demeyelim. İsim, cismin ayrılmaz parçasıdır. Özgün müziğin, özgün bir yapının da özgün bir ismi olmalıdır. İnsanlara yeni olanın, özgün olanın işaretini önce farklı bir isimle vermeliyiz. … Medeniyetimizin kapsayıcılığını öğrencilere benimsetmek için bunun için yalnız müzik değil, aynı zamanda felsefe, edebiyat, tasavvuf, klasik sanatlar, tarih, coğrafya, Osmanlıca ve modern Türkçe eğitimi de verilmelidir. Amaç öğrenciyi bilgiden bilince, bilinçten de bilgeliğe yükseltmek olmalıdır.” (s.164)
“Bizim modern Batı’dan farkımız, hiçbir Batı dilinde karşılığı bulunmayan üç kelimenin uygarlığımızın sıfatı olmasıdır: Aşk, gönül, muhabbet. Bu her biri bir dünya kadar büyük üç kelime bizim dinimizin temelidir. O halde onlar güzellik anlayışımızın da temelidir. Nasıl bizim “ahlak”” kavramımız modern Batı’nın “etik” kavramıyla karşılanmazsa, bizim “güzellik” veya “bediiyyat” anlayışımız da “estetik” kelimesiyle karşılanamaz.” (s.171)
“Kalıpların üzerine titremeyi bırakıp, artık anlamlar üzerinde durmamız gerekiyor. Bunu da bilenlere değil, bilmeyenlere, kendi dünyasına tamamen yabancı kalmış bugünkü nesillere anlaşabilir, çekici ve sade bir üslupla yapmak gerekli. Modern araçları en güzel şekilde kullanmamız lazım.” (s.174)
“İsrail üç bin yıldır konuşulmayan bir dili, İbraniceyi sadece hahamların bildiği bir dil iken resmi dil yapıyor ve diriltiyor. Yahudiler, Avrupa’dakiler veya İslam dünyasındaki Yahudiler bilmezdi. İslam dünyasındaki Yahudiler Arapça konuşurlar veya bulundukları yer nereyse İstanbul’sa Türkçe konuşurlar, ladino konuşurlar. Avrupa’dakiler Yidiş dediğimiz Almancayla karışık bir dil konuşurlar veya diğer lehçeleri konuşurlar. … harf inkılabı, dinin yasaklanması bizim manevi musikimize ve genel anlamda musiki medeniyet anlayışımıza çok büyük bir darbe vurdu. İşte “dini musiki” gibi tutarsız, kökü olmayan, anlamsız tabirler ortaya çıktı. Osmanlı’da hiçbir yerde “dini musiki” gibi bir tabir göremezsiniz. Ben bu konuda da araştırma yapıyorum. Öyle bir tabir yoktur. Çünkü hayatı parçalamayan bir bakışa mensup.” (s.182)
“MİLLET VE İSLAM ALEMİ OLARAK iki yüz yıldır içine girdiğimiz bir koma halinden yeni yeni çıkmaya çalışıyoruz. Kimliğimize, coğrafyamıza ve tarihimize karşı olan cehaletimizi, biğaneligimizi, körlüğümüzü aşmaya çalışıyoruz. İnsana, mekâna ve zamana karşı olan yabancılaşmamızı sonlandırmaya; kişiliğimizi, dünyadaki yerimizi, tarihimizi ve medeniyetimizi tanımaya, ihya etmeye ve yenilemeye gayret ediyoruz. … Elbette bu gayret ve çabayı herkes arzu veya takip etmiyor. Hala Batı’ya karşı aşağılık kompleksiyle hareket edenlerimiz var. Kendi milletini, kendi dinini, dilini, müziğini, mimarisini, tarihi şahsiyetlerini aşağılamaya devam eden bir kesim var. Bu kesim, yaklaşık yüz yıldan beri devletin ve Batılı devletlerin, kurumların ve mahfililerin her türlü destegi ile nesillerin zihinlerine aşıladıkları kompleksli dünya bakışı elden gidiyor diye büyük bir panik halinde. Uzun yıllardır batılı çıkarlara uygun bir Türkiye ve Türk topumu tasarlayanlar kontrol ellerinden çıkıyor diye panik halindeler. Kendine gelmiş, kendini bilen kendine sahip bir Türkiye onlar için büyük bir tehdit.” (s.199)
“Geleceğin Mozartları’nı değil, “geleceğin Dede Efendileri”ni arayan bir yaklaşımı benimsemeliyiz. Müzikle ilgili her konuyu Batı modeliyle anlatan, koroyu, Batılı çalgıları, aparılmış veya kıymeti olmayan Batıcı eserleri Öğretmeye odaklı yerli vücutlu yabancı kafalı müzik anlayışını tasfiye etmeliyiz. Başka alanlarda olduğu gibi müzik alanında da hâkim olan “kompleks eğitimi”ne son vermeli, yerli, özgün, geleneği günümüz ile sentezlemeye yönelmiş bir yaklaşımı öne almalıyız. … En sembolik ve açık medeniyet alanı olan müziğimizi evlatlarımıza sevdirmek temel hedefimiz olmalıdır. Müziğe yetenekli olmayan çocuklarımıza bile müziğin zevkini, değerini benimsetecek, müziğimizi sevdirecek bir usul tutturmalıyız. Sevdirmek, değer bildirmenin ilk adımıdır. Aşk olmadan meşk olmaz.” (s.202)
“O zamanlar kıraathane öyle bir yer ki, sen kahve içerken birisi oradan gazel okuyor, birisi tambur çalıyor, birileri ilmi sohbet ediyor. Bunlar bölünmez bütündür.” (s.255)
“Müslümanların halifesi bir Yahudi’den musiki dersleri alıyor. Üçüncü Selim üç kişinin önünde ayağa kalkıyor: Valide Sultan, Şeyhülislam ve Tanburi İsak. Hocalık bütün makam ve mevkileri aşıyor.” (s.256)
Savaş Ş. Barkçin tarafından kaleme alınan ve her ne kadar "müziğimizin anlamı" alt başlığı ile yayımlansa da içeriğinde muhabbetten, müziğe; siyasetten uluslararası ilişkilere, Batı medeniyetinden gelenek/gelecek tartışmalarına kadar birçok konuda hepsi birbirinden değerli içerikler siz okuyucuları bekliyor.
- Muhteşem 10