Gül Yetiştiren Adam adlı eser, benim çok geç tanıştığım ve kütüphaneme kitaplarını yeni yeni eklemeye başladığım Rasim Özdenören tarafından kaleme alınan bir edebiyat romanı. İz Yayıncılık tarafından piyasaya sürülen eserin elimde 43. baskısı (2021 tarihli) bulunmaktaydı. İlk baskısını 1985 yılında yapan eser hali hazırda bir çok kitap satış sitesinde en çok okunan kitaplar arasında ilk 500 arasında yer alıyor. Yedi Güzel Adam’dan biri olan yazarın ilk ve tek romanı olduğunu da ekleyelim.
Rasim Özdenören edebiyat dünyamızın tanınmış isimlerinden biri. İslami kimliği ile nedense tanınır ancak şiirsel üslubu ve akıcı dili ile edebiyat dünyasında oldukça önemli bir okuyucu kitlesine sahiptir. Ben hayatını kaybedip ebediyete yolcu ettikten sonra kendisini tanıyan ve öneminin farkına varan okuyucularından biriyim maalesef. Hemen hemen her kitabının siparişini vererek kütüphaneme ekledim ve aralıklarla okumaya devam ediyorum.
Gül Yetiştiren Adam Konusu ve Özeti
Gül Yetiştiren Adam adlı eserde aslında iki tane hikaye işleniyor; bu iki hikayede birbirinden farklı. Bunlardan bir tanesinde Kurtuluş Savaşı sırasında birçok arkadaşını kaybetmiş olan bir yaşlı amcamızın verdikleri mücadelenin bir hiç uğruna olduğunu görmesi sonrası 50 yıl boyunca kendini evine kapatması ve gül yetiştirmesi konusu işleniyor. İkinci hikayede ise kendi kültür ve medeniyetlerinden kopuk, yozlaşmış bir neslin başlıca karakterlerini temsil eden Sitare, Yavuz, Çarli ve diğerlerinin başından geçen çarpık ve anlamsız ilişki yumağı anlatılıyor.
Dedim ya, iki hikaye var: bir tarafta gençliğinin bir dönemini savaşlarda mücadele ederek geçiren, arkadaşlarının ölümüne tanık olan, uğruna mücadele edilerek ölünen değerlerin yitirildiğini düşünerek protesto niteliğinde kendini elli yıl boyunca evine kapatan ve sokağa bile çıkmayarak, sadece ibadete yönelen ve herkesin gıptayla baktığı gül yetiştirmeye devam eden yaşlı bir amcamız… Diğer tarafta ise Zelda, Tansel, Sitare, Çarli, Yavuz gibi karakterlerin yer aldığı, modern dünyanın etkisi altında kalan, çarpık ve samimiyetsiz ilişkiler yumağında sahte sevgiler ile hayatlarına devam eden, modernite adı altında her şeyi normalleştiren bir arkadaş grubunun başından geçenler anlatılıyor.
Karakterleri tanımlamak gerekirse örneğin Sitare bizlere batının yozlaştırdığı kimliği ile aldatma, sahte ve samimiyetsiz ilişkiler yumağında hareket eden bir insanı tanımlıyor. Sitare’yi günümüz dünyasındaki elit, modern diye adlandırılan, her şeye sahip ama mutsuz, ümitsiz, karamsar, hiç bir şeyden tatmin olmayan, alkol ve kumarda teselli arayan kesimin yansıması olarak görüyoruz. Değerlerini batıdan alınanlar ile kaybeden ve bundan kurtulamayan, ihtiraslarının kölesi haline gelen, kendini tanıdığını zanneden ama tanımayan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Gül Yetiştiren Adam ise sahip olduğu değerler ile bizlere aslında Müslümanca yaşamanın önemini hatırlatıyor. Kararlılıkla yürüttüğü protestosu ile kimseye zararı olmayan, sadece doğruyu söyleyen bir insan. Kaybedilen değerler nedeniyle pasif bir direniş gösteren amcamızın bu değerlerin yeniden kazanılması için diktiği güller ile Anadolu insanını tasvir ettiğini de ekleyelim. Bunun yanında Tansel, Yavuz, Zelda gibi karakterler aslında hali hazırda çevremizde onlarca örneğini görebileceğimiz ilginç tiplemeler.
Kitap bir düz şiir ile başlıyor. İki farklı hikaye olduğundan ilk başta belirli bir süre konuyu anlayana kadar okumanız gerekiyor. Kitabın belki de en eleştirilecek kısmı hikayeler arası geçişlerdi. Geçişler kopuktu ve bazı parantez içinde anlatılanlar olayın örgüsünü açıklamaktan ziyade daha da anlamsızlaştırıyordu. 52. – 54 sayfa arası parantez içinde ayrı bir olay uzunca anlatıldı ki… Sıktı. Buna rağmen kitabın dilinin akıcı olduğunu, konu geçişleri ve uzun uzadıya tasvirlerin bu akıcılığı bozduğunu, bazı örneğin “… geniş incir yaprakları gibi yüzü, iki solgun, kıpırtısız delik halinde gözleri.” (s. 8) ve “Ulu caminin saçaklı minaresi göğü bir çınar kökü gibi sarıp kucaklamış.” (s. 8) gibi mekan tasvirlerinin ise etkileyici olduğunu söylemeliyim.
İki sizi düşündüren ilginç hikaye
Bu arada kitapta Gül Yetiştiren Adam hikayesinde Ahır Dağı’ndan bahsedildiğini, bu dağın Kahramanmaraş’ta olduğunu, yazarın da Kahramanmaraşlı olduğunu buraya not olarak yazayım. Buradan bakıldığında belki zorlama bir çıkarım olacak ama Gül Yetiştiren Adam’ın aslında yazarın kendisi olduğunu, Kurtuluş Savaşı’ndan kastının Yedi Güzel Adam olarak lise döneminde yaptıkları çalışmalar olduğunu, günümüze yansımasıyla sonuç elde edemediklerinden – yani kültürel yozlaşma arttığından – kendini gül yetiştirmenin karşılığı olarak yazı yazmaya, denemeler ile şiirler ortaya çıkarmaya verdiğini söyleyebiliriz.
Kitap iki hikaye şeklinde ilerlerken, final kısmı bana göre aşırı aceleye getiriliyor ve bir anda sonlanıyor. Bu son ile Gül Yetiştiren Adam doğru olanı söylediği için hapse atılırken (aslında kitabın 80’li yıllarda yazıldığı düşünülürse o dönem açısından anlaşılır bir durum) Sitare karakteri de çözümü intihar etmekte bulunuyor ki bu da günümüz dünyasında modern dünyanın yozlaştırması sonucu buhrana kapılanların hazin sonu olarak göze çarpıyor.
Kitabı okuduktan sonra geçmişte ülkemizin bağımsızlığı için çarpışıp hayatlarını kaybeden atalarımızın bugünleri görselerdi hakkımızda neler düşünürlerdi acaba diye düşünmeye başladım. Gerçekten değerlerimizi, kültürümüzü, inançlarımızı günden güne kaybediyor ya da yozlaşmalarına izin veriyoruz. Hayat o kadar hızlı ki, kaybettiklerimizin farkına varamıyoruz. Yani bugün bile geçmişten biri gelse ve bu gerçekleri yüzümüze kitaptaki karakterin yaptığı gibi etkileyici bir şekilde yüzümüze vursa, herhalde “ifade özgürlüğü” cümlesinin bu kadar çok kullanıldığı zamanımızda hemen tutuklandığını yine haberlerde görürdük diye düşünüyorum. Gerçekler acıdır…
Yedi Güzel Adam’dan biri olan yazarın okuduğum ikinci kitabı oldu bu kitap. Sade bir dile sahip kitap kütüphanenizde mutlaka yer almalı. Yazarın üslubu güzel, her yaş açısından okunabilir. Okurken her sayfada modernleşme rüzgarının sancılarını içinizde hissedeceksiniz. Finalde de insanın durması gerektiği yeri, durmaması gerektiği yeri bilmesinin ne kadar önemli olduğunu, yoksa sonucun hep hüsranla biteceğini deneyimliyoruz. Aynı zamanda elimizi taşın altına koymadan hiç bir şeyin değişmeyeceği gerçeğini de gözlemliyoruz. Bu bıçak sırtı durumu sorgularken kitap ansızın bitiyor ve keşke devam etseydi diyoruz…