Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi August Bebel

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitap Karbon Kitaplar Yayınevi tarafından cep boy (ancak tam metin olacak şekilde) olarak okuyucuyla buluşturulan, Almanya’da “sosyal demokrat” siyasi hareketin önde gelen fikir babaları arasında kabul edilen August Ferdinand Bebel tarafından kaleme alınan (yazar daha çok August Bebel olarak bilinir, kitapta da bu isim kullanılmıştır), İslamiyet’e bir Avrupalı entelektüelin bakış açısını görme açısından yararlı olduğunu düşündüğüm bir eserdi. Ancak içerisinde aşağıda da belirteceğim üzere onlarca eksiklik ve taraflı çıkarımların yer aldığı kitabı farklı yayınevleri tarafından “Hz. Muhammed ve Arap Kültürü” ismiyle veya aynı isimle basıldığını hatırlatayım. Eseri güvenilir kitap siteleri üzerinde cep olarak 9 TL, ciltsiz olarak ise yaklaşık 39 TL gibi bir fiyata satın alabilirsiniz.

August Bebel tarafından yazılan Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitabın orijinal adının Die Mohammedanisch-Arabische Kulturperiode olduğunu, böylelikle birebir isminin Türkçe’ye çevrilerek yayımlandığını görüyoruz. Kitap kapağında yer alan görsel ise İspanya’nın Cordoba şehrinde bulunan Kurtuba Camiine ait olduğunu ufak bir araştırma ile tespit ettim: kitabın içeriğinde de “Arap kültürünün İspanya’da gelişmesi” şeklinde ayrı bir başlık yer aldığından, kapak tercihinin buna yönelik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitabın çevirisi ise Veysel Atayman isimli çevirmene ait. Cep boy olan kitap yaklaşık 160 sayfa. Elimde bulunan baskısı ise Mayıs 2020 tarihli ilk baskıya ait. Yazarın kısa bir biyografisi ve içindekiler kısmından sonra “İslamiyetin doğuşu ve yükselişi” başlığı ile kitabı okumaya başlıyoruz.

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi Kitap İncelemesi

Yazar, daha ilk cümleleriyle – tarafsız olduğunu gösterme kaygısı da göstererek- bana göre eksik bilgi ve ön yargısı ile hareketle fikir yürütmeye başlıyordu. “Doğu modern kültürü şu ya da bu şekilde etkileyen başlıca dinlerin doğduğu yerdir. Gerek Musevi dini gerek Hristiyan dini gerekse İslamiyet, birbirleri ardından Doğu’nun bağrından çıkmışlar ve her üçü de aynı ırkın, Samilerin dini olarak doğmuşlardır.’’ (s.7) cümlesiyle başlayan eserde yazarın fikri ve inancı net olarak belli oluyordu. ‘’Bu bağlamda Alman yazar ve düşünürü Lessing’in Bilge Nathan oyunundaki o çok başarılı üç yüzük benzetmesini anımsatmakta yarar vardır.’’ (s.7) sözüyle Lessing’in semavi dinler arasındaki çekişmeler için hoşgörüyü tavsiye etmesine atıf yapan yazarın amacının İslam’ı anlamak ve anlatmak olmadığını, bu cümlelerinde net bir şekilde görüyoruz.

Yazar, Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitabında başlıkta belirtilen dönemden çok daha eski tarihleri irdelemeye başlayarak metnine devam etmeyi seçmiş. Yazar “Bunların içinden en eski din olan Musevi’nin kaynağının Hz. Musa’nın gizli ve oldukça köklü ilişkisi sayesinde özellikle yakından tanıdığı eski Mısır dini, bunun kaynağının da daha önceki Brahma dini olduğunu görürüz. Tektanrıcı en eski dinlerden gelen bir kolun gelişmesi, bir yandan Budizm’e, öte yandan Zerdüşt ve Konfüçyüs öğretilerine dayanır; bu dinler bugün bile Asya’nın büyük yerleşim bölgelerinde varlıklarını hala sürdürdükleri gibi, insanlığın neredeyse yarısına egemendirler.” (s.8) ifadesiyle bu dinlerin birbirinin devamı olduğunu, insan ürünü olduğunu dikte etmeye çalışmış. Yani aslında dediğim gibi: İslam dinini tam olarak anlayamadığı gibi hem hepsinin aynı olduğunu hem de insan eseri olduğunu söylemeye çalışmış.

İlahi dinlere inanmayan ve bu dinlerin hepsinin aynı bölgede ortaya çıkmasına dikkat çeken yazarın kendini haklı çıkarmak için verdiği örneklerin hep Hristiyan kültürünün yansıması olması, son tahlilde tribünlere oynayarak “bilim her şeyi açıklıyor zaten” modunda cümleler kurması, ‘’Örneğin, ‘kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına da yapma’ biçimindeki bir ilk, her insan topluluğunda ideal bir hak ve hukukunun anlayışının ürünü, temel ve ideal bir ahlak ilkesi olarak benimsenecektir.’’ (s.15) gibi çok basit ve herhangi bir dini ve ahlakı tam olarak ifade etmeyecek türden örnekler vermesi yazarın düşünce dünyasının tarafsız değil aşırı basit ve önyargılı olduğunu bizlere gösteriyordu.

Yazarın verdiği örneklerden birinde ‘’İşte bu belirli toplumsal koşullar altında başka türlü söylemek gerekirse, ülkenin iklim ve doğa koşullarının da katkısıyla, bu koşullara karşılık gelen belirli dinsel görüş ve anlayışların var olması gerekmektedir.’’ (s.21) tespitinde bulunsa bile İslam’ı çok iyi bilmediğinden olsa gerek, İslamiyet’in bakış açısının tam tersi olduğu, verdiği örneklerde belirttiği toplumların vereceği karşılıktan daha ahlaki ve doğru harekette bulunmayı emrettiğini biz biliyoruz. İklimin insanı etkilediği doğru ancak yazarın ‘’Sıcak iklim insanı daha duygusal, daha bir tutkulu yapar, bu insanlar, halüsinasyon görmeye ve vecd haline kuzey ülkelerinin insanlarından daha fazla yatkındırlar.’’ (s.22) sözlerinin arka planındaki şeytani düşüncenin ne olduğunu, hepimiz görebiliyoruz değil mi? Yazar bunları ancak konu hakkında bilgisi olmayanlara yedirir, bize değil. Ama haddini aştığı açık.

Yazar, Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitabında günümüz sosyal medya ateistlerinin yaptıklarına benzer basit ve anlamsız, zorlama çıkarımlarda bulunuyordu. ‘’İnsan üzerinde yaptığı etkiler sonuçta yukarıdaki etkilerin aynısı olmakla birlikte, gecenin çöldeki insanda yol açtığı duygular da çok belirleyici ve oldukça farklıdır.’’ (s.23) cümlesinin arka planında Arapların çölde yaşamaları nedeniyle gördükleri rüyanın etkisiyle İslam dininin ortaya çıktığı imasında bulunuyordu. Net cümlelerle ifade etmese de yazar aslında bu kitabında İslam dininin Allah ya da yazarın tabiriyle bir yaratıcı tarafından gönderilmediğini söylemek istiyor ancak bunu cümleler arasına saklayıp, ısıtıp ısıtıp önümüze çıkarıyordu. Biz yemiyoruz! Yazarın bir de Arap dünyasını coğrafi olarak tam bilmediğini düşünüyorum: hep Arap dedi ancak Türklerden veya farklı coğrafyadaki Müslüman toplumları da Arap kabul ederek hareket etti.

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitapta kaynaklar yetersiz

Yazarın dinimiz için kutsal olan Kabe konusunda verdiği rivayetlerden sonra ‘’Bu arada akla en yakın olasılık, bu taşın çok eski zamanlarda ışıklar saçarak gürültüyle yeryüzüne düşmüş ve çevrede hayvanlarını otlatan çobanlarla görülüp gök kökenli bir taş olarak kutsallaştırılmış bir göktaşı olmasıdır.’’ (s.25) şeklindeki tespiti çok gülünçtü. Sonrasında Kabe’ye yapılan hac ziyaretlerini taşa tapma gibi lanse etmeye çalışması da bir diğer sakatlıktı. Halbuki İslam dinini bilseydi, dinimizde taşa tapma olmadığını öğrenmiş olacaktı: ancak bunu bilmeden saçma çıkarımlarda bulunmaya, dinimizin insan eseri olduğuna, rüya gördüklerine vurgu yaparak fikir üretmesi gerçekten komikti. Herhalde kendi kitlesini yönlendirme amaçlı olan bu cümleler, yazarın okuyucuyu kendisi gibi düşünmeye itmek için kullandığı sapıklıklardı. Ama biz yemeyiz!

Yazar kitabında daha da ileri giderek Mekke’nin İslam dinine geçtikten sonra inancın en zayıf olduğu şehir olduğunu ‘’Mekke’de dindar bir saflık ile dindar sahtekarlık bir süre sonra el ele yol almaya başlamıştır. Orta çağda Hristiyanlığı kasteden ve ‘Roma’ya ne kadar yakınsa, Papa’ya o kadar uzak’ özdeyişi Mekke için de uygulanabilir.‘’ (s.26) sözleriyle anlatmaya çalışıyordu. Yani düşüncelerindeki sapkınlık o kadar derindi ki, abartmaya, saçmalamaya devam ediyordu. Bu tespiti için kaynağı neydi? Herhangi bir araştırması var mıydı? O dönemde yaşamış mıydı? Mekke’ye gitmiş miydi? Sorularının cevaplarını veremeyecek olmasına rağmen, böyle cümleler kurması taraflı olduğunu gösteriyordu. Konusuna hakim değildi. Dönemin şartlarını yalan yanlış veya uydurduğunu düşündüğüm cümleler ile anlattıktan sonra sıra Peygamberimize gelmişti.

Günümüzde dinimize saldıran bazı odakların kullandığı argümanlardan biri yine karşıma çıkmıştı: ‘’Henüz 12 yaşındayken Irak sınırındaki Mekke’ye oldukça uzak bir kent olan Basra’ya gitmiş, orada bir Hristiyan olan Bahira’yı, ayrıca kendi memleketinde de ana tarafından akrabası olan vaftizli bir Yahudi ile ilişkiler kurmuştu. … Dul kadın Hz. Muhammed’le evlenmek istemiş, Hz. Muhammed bu öneriye hayır dememişti; bu davranışın arkasında sevgiden çok, maddi nedenler bulunduğuna kuşku yok. Gelgelelim Hz. Muhammed’in iş alanındaki girişimleri pek başarılı olmamış.’’ (s.29) cümleleri, özellikle ateistlerin kullandığı cümlelerden biriydi. Ancak yazar konu hakkında ufak bir araştırma yapsaydı, bahsettiklerinin hiçbirinin doğru olmadığını, zorlama fikirlerini ispat etmek için kullandığı argümanlar olduğunu anlayacaktı.

Yazar bu zorlama tespitler ve cümleler sonrasında ‘’Hz. Muhammed Medine’de, Hristiyan ve Musevi dininin görüş ve adetlerinin, Arapların putperest görüşlerinin kaynaştırılmasından oluşan din sistemini geliştirmeye koyuldu.’’ (s.32) şeklinde bir cümle kurdu ki; artık pes dedirtti. Yazarın İslam’a ve Peygamberimize inanmadığını bilerek ve yabancı bir yazarın bakış açısını merak ettiğimden okumaya başladığım eserde İslamiyet ve Peygamberimiz hakkında çok ayrıntısız ve kaynağı net olmayan bilgiler ile fikirler üretmesi, bir yere kadar dayanılır geldi. Yine de ilk bölümün sonuna doğru dinimizi ve peygamberimizi yavaş yavaş övmeye, Hristiyanlık dinini yermeye, İslamiyet’in batıyı aydınlattığına, ‘’Doğu, koyu, tutucu bir inanç karanlığına gönülmüş Avrupa’ya bilginin ışığını taşımıştır.’’ (S.36) tespitine yer vermeye çalışmış ancak bu cılız çabalarının metnin genelindeki hatalarını kapamayacağı açık.

Yazarın İslam’a ve peygamberimize bir garezi olduğu kesin: içten içe hem dinimize hem peygamberimize hayran olduğunu belli eden cümleler kursa da genelde ve göz önünde kurduğu cümlelerin ilk anlamlarında kavgada söylenmeyecek cümleler kurması hiç yakışmamış diyebilirim (örneğin peygamberimizin hicretine “kaçmak” ifadesini kullanması hiç şık değil, doğruluğunu geçtik zaten). Bunun yanında İslam düşmanlarının hakaretlerinden biri olan peygamberimizin “dokuz karısı ile yaşadı” gibi gereksiz cümleler ile ithamda bulunması, “yani Kâbe putlarına tapanların dostluğunu kazanmak için onu kendi din sistemi içinde korumayı amaçladığı anlaşılınca” gibi yanlış bilgiler paylaşması gerçekten yakışmamıştı. Savaş ganimetleri, kölelik konusunda da yanlış bilgileri vardı.

Yazar o dönemde yaşayan insanların İslamiyet’i seçmesini öncesinde çölde yaşamalarına atıfta bulunarak anlatmış, sonrasında vergi konusunda alınan bir kararı ‘’Yasa, İslamiyet’i seçenin arazi vergisinden ve haraçtan muaf tutulmasını ve söz konusu kişinin, tıpkı doğuştan Müslüman gibi, yalnızca öşür ve zekât vermesini öngördüğünden, bu olgu insanların İslamiyet’i seçmelerinde önemli bir etmen olmuştur.’’ (s.47) şeklinde yorumlamak gibi bir acizlik göstermişti. Müslüman olmalarını maddi bir karşılık olarak göstermesi, komikti. Yine de ‘’Asya’nın o güne kadar çıkardığı en büyük sima ve dünyanın gördüğü en büyük adamlardan biriydi.’’ (s.41) cümlesini paylaşması, gizli hayranlığının bir eseri olsa gerekti. Kitapta düşünürlerin çok düşündüklerinden karamsarlığa kapıldığı imasında bulunmuştu; kendisi de çok düşündüğünden kararsızlığa ulaşmış herhalde kendince ama bence doğru araştırma ve doğru bilgiye ulaşmadan hareket ettiği için bu acınası ve yalancı haldeydi.

Bebel, İslamiyet’i Anlamamış, Israrla Yanlış Yorumlamıştır

August Ferdinand Bebel İslamiyet’i hep yanlış anlamış, insan eseri olduğunu vurgulamak için kendince yaptığı tespitleri örneklendirirken, yanlışa düşmüştü. ‘’Taleplerinde son derece alçakgönüllü, yaşama tarzı son derece sade olan Arap insanı, bir tek aşk konusunda alabildiğine duyarlı ve duyguları zor tatmin edilir bir insan olarak karşımıza çıkar. Güzel bir kadın, her şeyden daha değerlidir onun için. Böyle bir kadın uğruna hayatını her an feda etmeye hazırdır.’’ (s.52) şeklindeki cümlesi de bu yanlışlarından biriydi: dinimizi anlamadığından dolayı, insanların insani zevklerinden ötürü bu dini seçtiğini düşünecek kadar alçalmıştı. Eğer dediği gibi olsaydı, eminim ki ilk kendileri İslam dinine katılırlardı! Ahirete inanmadığını ise ‘’Aslında fizik ötesi bir gelecekte öte dünyaya ve hayata yönelik spekülasyon, bencil, sonsuza kadar yaşama arzusunun yalnızca değişik bir ifadesidir. Aşkınlığa (fizik ötesine) inanan idealistler en büyük maddiyatçılardır.’’ (s.53) cümlesi ile ifşa ediyordu.

Kitaptaki hangi yanlışı düzeltelim ki? Burası yeri değil. Ben kitap incelemesi yazıyorum ancak kitabı akademik olarak incelemiyorum: öyle olsaydı daha fazla yazmak zorunda kalırdım. Benimkisi bir blog yazısı. Bu nedenle ‘’Kendi subaylarınca yönetilen ve halife tarafından her türlü onura layık görülüp iyice şımartılan Türkler, Sonunda tek başlarına halifenin muhafız alayını oluşturmaya başladılar. Ama bu tür birlikler gitgide koruyucu etmenden çok, tehlike unsurlarına dönüştüler. İktidarı ele geçirmeye çalışan herkes rüşvet ve vaatlerle halifenin muhafız birliğini kendi yanına çekmeye çalıştı.’’ (s.60) ve ‘’Sınırsız valilik, yöneticisine yetki bölgesinde canının istediği gibi yönetim uygulama olanağı veriyordu…’’ (s.61) gibi yanlış bilgi içeren cümlelerin olduğunu yazmakla yetiniyorum.

August Ferdinand Bebel, İslam devletlerinin liyakat anlayışını bile yanlış yorumlamış, alakasız bir çıkarımda bulunmuştu (kitapta bunun gibi bir sürü örnek var tabii). Örneğin vezir-i azam unvanını alan Hristiyan ve Yahudiler olduğunu vurgulamasından sonra, bu rütbeleri alanlara Müslümanların kızdığını, antisemitizmin kökeninin bu olaylarla başladığını ima ediyor ki, oha be oha… Yazar bu tip cümleleriyle içindeki kini dışa vururken ‘’Hıristiyan Avrupası meyve ağaçlarının, çiçeklerin, süs bitkilerinin ve yararlı bitkilerin büyük bir bölümünü Müslümanlara borçludur. ‘’ (s.79) ve ‘’Bugün bile nasıl yapıldığını bilmediğimiz bir yoldan, örneğin üzümlere istedikleri baharat tadını aşılayabilmişlerdi.’’ (s.80) cümleleriyle gizli hayranlığını da gösteriyordu. Kendi içinde de bir çelişki var gibi…

Yazar kitabında fikirsel çirkinliğinin sınırını koymamış, alabildiğince tüm kinini dışarıya vurmaya devam ediyordu. ‘’Doğu’nun iki kutsal kenti Mekke ve Medine, aynı zamanda sosyal yaşantıyı renklendiren hayat ve eğlence kadınlarının da eğitildikleri okullar sayılırlardı.’’ (s.95) gibi bir ithama ne gerek vardı? Kaynak neydi? Nereden duymuştu? Bunu öğrenebileceğimiz bir adres bize göstermiyordu. ‘’Safahatın her türlü, dinin yasaklarına rağmen alabildiğine yaygınlaşmıştı.’’ (s.91) sözleriyle abartmaya devam eden yazar ‘’Her yıl Mekke’ye yapılan ve utanç verici cinsel kaçamaklara sahne olan hac ziyaretleri, dünyevi zevklerin karşılanmasına yönelik kurumların da ortaya çıkmasına yol açtı. Gerçi Mekke’de kamuya açık genelevlere Hz. Muhammed’den önce de rastlamak mümkündü ama Hz. Muhammed bunları yasaklamayı denemiş, bu gibi yerlerse faaliyetlerini gizlice sürdürmüşlerdi.’’ (s.96) sözleriyle çirkin ithamlarına devam etmişti.

İslamiyet fuhşu en büyük günahlardan saymış ve buna karşı büyük bir mücadele başlatmıştı. Bir önceki paragrafta “Yasaklamayı denemiş” gibi çirkin bir sözle olayı geçiştirmek, yazarın karakterini belli eden türdendi. Denemiş ne demek? Yine dinin insan eseri olduğundan hareketle bu cümleyi kurduğunu düşünüyorum: çünkü yaratanın haram kıldığını biz biliyoruz, yazarın da bildiğini ancak bildiğine göre hareket etmeyip kirli düşüncelerinin kurduğu cümlelerle olayı aktardığını görüyoruz. ‘’Doğu insanı, gayretli, ılımlı ve azla yetinen insandır ve bu azla yetinme ‘çok şükür’ deme huyu, onun felaketini hazırlayan etmenlerin başında yer alır. O en azla yetinirken, tepesindeki despotların, emeğinin ürünü elinden nasıl çaldıklarını seyretmektedir yalnızca; buna bir tepki göstermez.’’ (s.97) diyerek Arapları hafife alması da cabasıydı. Yazar Arap kültüründen çok Arap kültürü hakkında ne kadar kaynaksız, ispatsız olumsuz yorum varsa hepsini gerçek kabul ederek kitabına yerleştiriyor ve yorumda bulunuyordu. Böyle yazarlık olmaz.

Bebel Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi kitabında Kuran’ı bile anlamadan yorum yapmaya kalkmış

Yazar kitabında kutsal kitabımızı da yanlış anladığını bas bas bağıran bir cümle kurmuş: ‘’Hz. Muhammed’in çok değişik alanlarla ilintili, birbirleriyle herhangi bir bütün oluşturmaktan uzak hadislerini karışık bir sırayla içeren Kur’an, Müslümanların hem din hem de siyasi kılavuzudur.’’ (s.98). Yetmemiş dervişliği bile yanlış yorumlamış: ‘’Rahipliğe benzeyen bir kurum olan dervişçilik, ancak imparatorluğun çökme aşamasında ortaya çıkmıştı; daha önce Araplara yabancı bir olguydu.’’ (s.101). Bunlarla da doymayan yazar, Arap kültüründe yaşanan gelişmeler sonrası ‘’Bütün bunların ötesinde taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin inanç ve kanaatlerini sarstıklarından, kuşku uyandırmaktan da geri kalmamışlar ve bunların arasında gerekli sonuçları çıkararak, açıkça ateizmi benimseyen önyargısız birçok insan çıkmıştır.’’ (s.105) gibi sallamasyon bir tespitte bulunmuş, abartıda sınır tanımadığını bir kez daha göstermiştir. Bahsettiği türden tartışmalar sonucu kaç kişi ateist oldu bilimsel bir kaynağın var mı a yazar? YOK!

En önemli eseri Kadın ve Sosyalizm olan yazarın, kadınlar konusunda ne düşündüğünü de merak ediyordum. Daha öncesinde ve yukarıda da bazı örneklerini paylaştığım üzere Arap erkeklerinin kadına düşkün olduğunu, genelevlerin yaygın olduğunu vs. anlatırken ön yargılarını bir kenara bırakamayan yazar, ‘’Kadınları Hz. Muhammed döneminde, daha sonraki dönemlere kıyasla çok daha gelişmiş bir sosyal konuma sahip olduklarını hemen başta söyleyelim. Daha sonraki dönemlerde kadınların aleyhine yönelen olumsuz gelişmede Türk ve İran etkisinin yanında, haremin de önemli rol oynadığı kesindir.’’ (s.107) gibi ilk cümlesi doğru, ikinci cümlesi günümüz dizileri ile tarihi anlayan/yorumlayan kişilerin düşüncesine benzer düşünceye sahip vasatların kurabileceği yanlış bir tespiti içeriyordu. Sağ olsun ‘’Bilindiği gibi çokeşlilik eskiden Yahudilerde de rastlanan, kökleri uzak geçmişte yatan bir adetti, yoksa ilk kez Hz. Muhammed’in başlattığı bir uygulama kesinlikle değildir.’’ (s.107) cümlesine de yer veriyordu.

Yazarın doğru bilgiler paylaştığı da oluyordu: ‘’Müslüman erkeği, vahiy dinlerinden herhangi birine inanan bir kadın ile evlenebilirdi; Yezidiler ve Zerdüştler bu alanda istisna oluşturduklarından, Müslümanların bunlarla evlenmesi yasaklanmıştı.’’ (s.108) şeklinde paylaşımı doğruydu. ‘’Müslümanlara göre Müslüman olmayan kimseler kendilerinden daha alt düzeyde yer aldıklarından, İslamiyet’in adalet anlayışında bir Müslüman suç (günah) işlerse, Müslüman olmayana göre, onun ilkece çok daha zor bağışlanması ve iki kat fazla ceza görmesi gerekmekteydi.’’ (s.111) ise yanlış bir bilgiydi. Gayrimüslimler kendi inançlarına göre ceza alırken, Müslümanlar şeriata göre ceza alıyordu. Bunu bilmemesi garipti. Osmanlı dönemini örnek alabilirdi ama işine gelmedi sanırım.

Arap kültürünün bilim ve düşünce dünyası konusunda ise yazar ilginçtir baya övücü sözler kullanmış, ‘’Arap bilginleri yalnızca özel bir uzmanlık alanında çalışan, sırf para için bilim yapan ve yalnızca tek bir bilim kolunu kendine çalışma alanı olarak seçen Avrupalı bilim adamlarından farklı olarak pratik hayatın tüccarları, zanaatkarları ve memurları olma özelliğini de taşımaktaydılar. Doğru olan da buydu. … ’Arap bilginleri kapsamlı bir öğrenim görüyor, incelemelerden elde etikleri sonuçlarını pratik hayatın gerçekleri ile karşılaştırıyor, olanak buldukları yerde de bilgilerini hayata uygulamaktan geri kalmıyorlardı. … ’Arap bilgini bir yapıtı ortaya koyabilmek için daha önceki bilgileri içeren yapıtları gözden geçirmekle ve incelemekle yetinmez, olanaklar el verdiği ölçüde bizzat görmek, işitmek incelemek ve ona göre karara varmak isterdi.’’ (s.112 – 113) sözlerine yer vermişti. Yalnız yazarımız tüm bu gelişmeleri Arap bilginler diyerek vermiş ancak hepsi Arap değildi: sanırım Müslüman = Arap düşüncesinden hareketle böyle bir tercihte bulunmuş ancak Müslüman olan diğer toplumlarda (Türkler dahil) bilimin gelişmesine katkı sağlamıştır.

Kitapta bildiğim çeşitli Yunan filozoflarının isimlerine yer verilmesine rağmen, bazı İslam bilginlerini ilk defa duyduğumu söylemek istiyorum (bu da benim eksikliğim). Abberhies isimli bir Kurtubalı’dan bahsetti ancak bu isim hakkında Google üzerinde herhangi bir bilgi bulamadım. Ayrıca yine şaşırtıcı (!) bir şekilde dinimizde tartışmaların odağında olan Mutezilelerden yazarımız kitabında uzun uzadıya bahsetti. İslam dininin temellerinden biri olan kader inancı konusunda ‘’Mutezile bilginleri bu öğretiyi çürütmeye çalışmışlar ve onun yerine insan iradesinin özgürlüğü (irade-i cüziye) anlayışını getirmişlerdir. Onlara göre biricik belirleyici güç, insan aklı ve mantığıydı; bir insan ürünü olan Kur’an, Tanrı’ya hayranlık duyan bir adamın öğretisinden başka bir şey değildi.’’ (s.125) sözünü paylaşan yazar, bir açık bulmuş gibi sevinçle bu konuyu kitabında işledi. Hatta bu düşüncelerine destek olması için ‘’Ozan Ebu’l Ala’nın şu sözleri ünlüdür; ‘’İnsanlar iki sınıfa ayrılırlar; ya akılları vardır, inançtan yoksundurlar ya da inançları vardır, akıldan yoksundurlar.’’ (s.125) sözünü paylaştı. Mal bulmuş mağribi!

Kitap eksiklikleri ve subjektif yorumları ile dikkat çekiyor

Yazar kitabında Arap insanına ve dinimize gizliden gizliye hayranlığını belli eden cümleler kursa da yine de gururuna yediremediğinden olsa gerek nerede kanıtsız, ispatsız iddialar var ise onları paylaşmaya; İslam dinine yönelik bilginlerin yaptığı tartışmalarda olumsuz tarafı desteklemeye devam etti. Arap insanının nefsine yönelik tümden bir yaklaşımla hareket ederek herkesi bir tuttu: yetmedi, şiirlerle bu durumu ispatlamaya çalıştı ve birkaç şiir dörtlüğü paylaştı. Kendini inandırıcı kılmak için ‘’Ebu’l Ala Maari, tıpkı Shakespeare’in İngiltere’nin, Goethe’nin Almanya’nın ozanlarının kralları olmaları gibi, Arap ozanlarının kralıydı. Başlangıçta inançlı bir deist olan ozan, tanrıtanımazlığa ve materyalistliğe kadar gelmiş, sonunda karamsar bir ozan olup çıkmıştır. Felsefi düşüncenin ulaştığı en gelişmiş düzeyi temsil ettiğini söylemek yanlış olmaz.’’ (s.137) şeklinde tek bir örnek paylaşabildi ki sanırım bu kişiyi örnek vermesi dinden kopması olsa gerek; kendine yakın hissettiğinden düşüncelerini ispat için onu kullandı. Bu kısımda yersiz cümleler kullandı.

Kitabın son kısmında İspanya’da Arap kültürünün gelişimi anlatıldı

Son bölümde yazar öncelikle İspanya’nın konumundan ve öneminden bahsederken, İslam ordularının fethinden sonra İspanya’da yaşananları olumsuz örnekler üzerinden anlatmakla yetindi. İspanya’yı yeniden geri alan Hristiyanların, Müslüman topluma yönelik hareketlerini ‘’Ayrıca cahil kitleler Müslümanlığa karşı kışkırtıldı, İslam dini alaya alındı, Müslümanların dinsel örf ve adetleri çiğnenmeye başlandı. Yetmiyormuş gibi, camilere ve duruşma salonlarına girilerek, her türlü terbiyesizliklerle, taşkınlıklarla duruşmalar engellendi. Böyle bir suçun cezası ölümdü. Gelgelelim, fanatik Hıristiyanlar böyle bir cezaya seve seve, gözlerini kırpmadan razı oluyorlardı, çünkü sonunda inançlarının kurbanı olacaklardı.’’ (s.148) sözleriyle anlatırken, ‘’Don Kişot’un ünlü yazarı Cervantes bile bu önlemlere alkış tutmakta tereddüt etme; İspanyolların önde gelenleri işte böylesine fanatikleşmişlerdi.’’ (s.152) tespitinde bulunuyordu. Bu bölümde kısaca yazar, İspanya’daki fanatiklerin yaptıklarının yanlışlığı üzerinde durmaya çalıştı.

Sonuç kısmında ise yazar ‘’IX. Yüzyılın ikinci yarısında Araplar, Bizans egemenliğine son verdiler. Normanlar XI. Yüzyılda Sicilya’yı ele geçirene kadar süren Arap egemenliği, İspanya’nın manevi zihinsel ve maddi koşullarına yaptığı etkinin aynını burada da gerçekleştirdi. … Bu gelişmelerin, Sicilya’nın Hemen karşısına gelen, bir zamanların kültür ülkesi İtalya üzerindeki etkileri çok verimli oldu. İtalya’da XII: yüzyılın ikinci yarında başlayan ve buradan Almanya, Fransa ve İngiltere’ye sıçrayan ve Rönesans denen gelişme çağı bu etkinin sonucuydu.’’ (s.154) tespitinde bulunurken, İslam bilginlerinin katkıları sonrası aydınlanma çağının devam ettiğini, bu döneme İslam’ın katkısının yadsınamayacağını ‘’Bu kültür çağı olmasaydı, o upuzun orta çağ manevi zihinsel alanda korkunç bir çoraklığın içinde debelenir, aşılması neredeyse olanaksız biçimde barbarlığa geri dönerdi.’’ (s.159) sözleriyle vurguladı.

Kitap boyunca kirli ve taraflı düşüncelerini dile getiren yazarın son sayfada ‘’Muhammed ve Arap-İslam kültür dönemi, batmış Yunan-Roma kültürü ve Rönesans çağından itibaren yeniden doğan Avrupa kültürü ile eski kültür arasındaki bağlayıcı halkadır. Avrupa kültürü, bu ara halka olmadan bugünkü gelişmişlik düzeyine çok zor ulaştırdı. Hıristiyanlık, bütün bu kültürel gelişmelerin karşısında tam bir düşman konumunda yer almıştır.’’ (s.160) sözlerini kullanması, İslam hakkındaki tek iyi niyet göstergesinin bilime yapılan katkı olarak gördüğünün işaretiydi. Bunun dışındaki hiçbir şeyi tam olarak kavrayamamış, anlayamamış, aktarmak sorumluluğunu da yerine getirmemek için her türlü hileye başvurmuştu.

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi kitabında yazar birçok konuyu birbirine karıştırmış, ispatsız ve kaynaksız bilgileri gerçekmiş gibi aktarmaya çalışmış, İslamiyet konusunda tüm bulabildiği olumsuzluklar üzerinden bir şeyler inşa etmeye çalışmış ancak eline yüzüne bulaştırmış gibi gözüküyor. Yazar bu haliyle kendi kitabında yazan “İnsan bencildir, dünyanın sırf kendisi için var olduğunu sanıp, başka bir nedenin var olabileceğini kavramaz.” sözüyle aslında kendine ayna tutuyor ancak farkında değil. Peygamberimiz hakkında çok önemli ve etkin bir şahsiyet olmasına değinilmiş ancak Arap – İslam Kültürü başlığını taşımasına rağmen bu konuda okunacak bir kitap hüviyeti kesinlikle taşımıyor. Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmayan August Babel bile, bir daha onun gibi özel biri dünyaya gelmeyecek diyor. Tavsiye edeceğim bir eser değil; dediğim gibi bir yabancının düşüncelerini merak ettiğim için okudum ancak çok taraflı, yanlı, yanlış bilgiyle dolu bir eser olduğunu söyleyebilirim.

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitabında ilk defa duyduğum kelimeler ve anlamları:

Mümbit ne demek: Bol ürün veren, verimli, bereketli anlamına gelen Arapça kökenli bir kelime, sıfattır: “Yerinde söylenen her güzel mısrâ / Münbit bir iklimde temiz bir menba”

Serf ne demek: Orta Çağ Avrupası’nda, miras yoluyla kendisine tahsis edilen arazide toprak ağası adına çalışan köylüye verilen ad. Toprağın ve ürünün mülkiyeti toprak ağasına ait olmakla birlikte, serfler yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ürünü kendilerine ayırabiliyorlardı.

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi adlı kitapta altını çizdiğim bazı önemli cümleler:

‘’Dinin en son ve en yüksek gelişmişlik basamağı olan ateizme bugüne kadar hiçbir toplum gerçek anlamda ulaşabilmiş değil. Ancak kültür düzeyleri yüksek toplumların dinin gelişme merdiveninin bu son basamağına yaklaşmakta olduklarına ve din kültürünün yok olma sürecinin böyle toplumlar için bir zaman sorunu olduğuna hiç kuşku yok. Günümüzde kiliselerden hemen hiçbirinin kendine bağlı kimseler arasında sayıları hızla artan kiliseye karşı kayıtsız ve ilgisiz kimseleri yeniden kiliseye çekmeyi ve bağlamayı başaramamaları ve hiçbir yeni dinin, istediği kadar gelişmiş olsun, büyük bir taraftar bulamaması, bu söylediklerimizi doğrulamaktadır.’’ (s.11)

‘’Museviler ve Hristiyanlar gerek İslamiyet’in en parlak gerekse daha sonraki dönemlerinde, hatta günümüze kadar uzana gelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslam devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir.’’ (s.34)

“Yine de bugünkü Hristiyan devletlerden herhangi birinin, kendi sınırları içinde yaşayan Müslümanların büyük bir bölüme -tüm dedikodulara ve asılsız iddialara rağmen- Müslümanlar arasında yaşayan Hristiyanlara tanınan özgürlükleri tanıyacakları çok şüphelidir.” (s.36)

‘’Vergi makbuzu yerine, vergi ödeyene, bir bağcıkla boynuna asmak zorunda olduğu kurşun sikkeler verildi.’’ (s.46)

‘’Muaviye ve Emevîlerle birlikte Mekke aristokrasisi ülkede güç ve etki sahibi oldu.’’ (s.50)

‘’Daha hicretin otuz ikinci yılında 200 gemiye sahip olan Araplar, aynı yıl 600 gemilik Bizans Donanması’nın büyük bir bölümünü, Likya kıyılarını ele geçirip yok etmişler, Bizans İmparatoru esaretten kıl payı kurtulabilmişti.’’ (s.55)

‘’Amiral, tersane, palamar, halat, korvet gibi terimler Arapçadan Avrupa dillerine girmiştir.’’ (s.55)

‘’Günümüzde bizde (Avrupa’da) devletçe benimsenmiş adalet ve hukuk kuralları sık sık ayaklar altına alınmaktadır; sözde bin yıl daha ilerideyiz.’’ (s.56)

‘’Kısacası, bu hukuk anlayışı, tek tek kişilerin bireysel davranışları genelin zararına oluyorsa, bunların toprakları üzerinde canlarının istediği gibi tasarruf edemeyecekleri biçimindeki, çok doğru bir ilkeye dayanıyordu.’’ (s.70)

‘’Gelgelelim, gevşetici ve uyuşturucu bir iklimin yanı sıra, hızla artan zenginlik, ayrıca yabancı kadınların sayıca çoğalması ve bedensel hazların ağırlık kazanması sonucu, kalkınma ve gelişmeye koşut hızlı bir çöküntü başlamıştır. Öte yandan, toplumsal koşulların özgürlüğe el verişli olmaması, alt sınıfların yükselmesini önleyince, öteki bütün olumsuz koşullarla birlikte imparatorluğun ve toplumun kendisini yenileme olanağı da yok olmuştur. Halifelik imparatorluğu, gökyüzünde birdenbire belirip, gittikçe yükselen ve yoğun parlaklığıyla tüm dünyayı şaşkına çevirip, herkesin gözlerini kamaştıran sonra birdenbire aşağıya yönelip, ardında yalnızca bir sis bulutu bırakan parlak bir kuyrukluyıldıza benzetilebilir.’’ (s.74)

‘’Papalığın, Hıristiyanlığın başkenti olan Roma’da 748 yılına kadar hala resmi bir köle pazarı varlığını korumuş ama o dönemlerde bu gerçek gizlenmiş.’’ (s.78)

‘’Demir işçiliğinin ne kadar mükemmel bir düzeye eriştiğini anlamak için cilalanmış çelikten ayna yapıldığını bilmek yeter.’’ (s.87)

‘’Birçok kimsenin, Avrupa’daki düşünce özgürlüğü hareketinin başlangıcını kendisine bağladıkları büyük reformcu Luther, Araplardan tam dokuz yüzyıl sonra. ‘’ Lanetli fahişe akla’’ karşı vaaz vermiş, (akla dayalı) bütün yazılara sansür konmasını, dinsel konularda kendisinden farklı düşünenlerin izlenmemesini istemiştir.’’ (s.114)

‘’Halife El Mümin, Bizans İmparatoru’ndan Bizanslı düşünür Leo’nun, kendilerine bir şeyler öğretebilmesi için bir süre yanlarına yollanmasını rica etmiş, buna karşılık elli kilo altın ve süresiz barış önermişti.’’ (s.114)

‘’Halife Harun Reşit, Hıristiyan Nasturi mezhebinin başı olan kimseyi imparatorluğun bütün eğitim kurumlarının ve okullarının başına getirmiş, kendi çocuklarını da onun eğitimine vermişti. Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki fark bu alanda da işte bu kadar büyüktür.’’ (s.115)

‘’Günümüz Avrupası’nda hala kullandığımız birçok ilacı bulan Araplardır.’’ (s.116)

‘’Batı, Aristoteles’i Araplar aracılığıyla tanıdı; Kurtubalı ünlü Abberhies de belli başlı Aristoteles yorumcularının başında geliyordu.’’ (s.117)

‘’Havanın ağırlığı ve denge öğretisi alanında kurumlar öne süren El Hasan, dünya atmosferinin yüksekliğini de ölçmeyi denemişti. Bu bilgin, yüzyıllar sonra Newton’un bulacağı yerçekimi kuramına iyice yaklaşmıştı.’’ (s.119)

‘’Yaveri Tarık bin Ziyad’ı azleden kıskançlık ve hasetle ordunun başına geçen Musa, dağlık bölgelerle dolu olan kuzeybatı kısmına kadar ilerledi ve Kantabriya, Asturya ve Galiçya ile birlikte bütün İspanya’yı ele geçirdi.’’ (s.142)

‘’Ayrıca Aziz Silvania’nın altmış yaşına kadar ne elini ne yüzünü ne de vücudunun başka herhangi bir yerini yıkamamış olmakla ünlü olduğu, yalnızca Komünyon toplantılarına giderken parmak uçlarını suya batırdığını bilmeyen var mı?’’ (s.144)

‘’XVII. Yüzyılda bütün İspanya yeniden Hıristiyanlaştığında İspanyol doktorları, Avrupa’da rastlanabilecek en cahil doktor düzeyine gerilediler.’’ (s.146)

‘’Uygarlık, yoğun bir nüfus olmaksızın düşünülemez. Ama böyle bir nüfus yoğunluğu, zararlı etkileri önlemek, yararlarını kullanabilmek için inisiyatifin yanı sıra, eylem gücüne ve kavrama yeteneğine ihtiyaç duyar. Oysa, bu bakımdan Doğu’nun ne iklim koşulları ve etkileri ne de Asyalıların binlerce yıldan beri süregelmiş töreleri, örf, adet ve gelenekleri elverişlidir. Bu özellikleri taşıyan tek halk, elverişsiz koşullarının etkisiyle yenilgiye uğramaktan kurtulamadı; çöküş doğa gereğiydi.’’ (s.160)

‘’Bu bakımdan, hiç de tereddüt etmeden şunu söylemeye hakkımız var: Çağdaş kültür, Hıristiyanlık karşıtı bir kültürdür. Çağımızın en ilerici kafalarıyla, en gerici kafaları bu konuda aynı görüştedirler.’’ (s.160)

Yazı gezinmesi

Mobil sürümden çık