Mecburiyet, ünlü Avusturyalı yazar Stefan Zweig tarafından kaleme alınan kısa öykü kitabının adıdır. Aynı zamanda yazarın yazım aşamasında Fahnenflüchtige yani Firari olarak tasarladığı, sonrasında Der Zwang yani Mecburiyet adını verdiği bir kitaptır. İlk olarak 1920 yılında piyasaya sürülen eser ülkemizde 1929 yılında ilk kez basılmıştır. Elimde okuduğum kitap ise Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı 13. kez yapılan, Ağustos 2021 tarihli kitaptır. Savaş karşıtı görüşleri ile tanınan Zweig’in bu kitabı yaklaşık 50 sayfadır. Kitabın Almanca aslından çevirisi Gülperi SERT tarafından yapılırken, editörlüğünü Gamze VARIM üstlenmiştir. Yazarın dünya klasikleri arasında yer alan eserlerinin dünyanın en çok okunan eserlerinden olduğunu da buraya not olarak düşelim.
Dünya klasikleri sanatsal anlamda çok ses getiren eserler olmalarının yanında genelde bir çoğu kısa yani az sayfadan oluşur. Bu halleriyle okuma öncesi gözü korkutmayan kitaplar, okunmaya başladıkça az sayfaya rağmen derya – deniz düşündürmeleri ile okuyucuyu oldukça etkilemektedir. Yazıldıkları dönemlerin çok eski tarih olmasına rağmen günümüzde popülaritelerini korumaya devam etmeleri de bir başka önemli özellikleridir. Bunlar tabii ki bu tip kitapları okumak için tercih nedenleri. Ben de daha önce Hayatın Mucizeleri ve Amok Koşucusu gibi eserlerini okumuş, bloguma eklemiştim, ara ara yeni aldığım eserlerini de okuyarak bloguma eklemeye devam edeceğim.
Mecburiyet adlı kitap hakkında
Stefan Zweig, döneminde yaşanan savaşla kafayı bozmuş biri. Savaş karşıtı yazılar yazmayı kendine misyon edinmiş, savaş konusunu neredeyse her kitabında işlemiş bir yazar. Ölümü de yine bu savaşlar nedeniyle girdiği bunalım sonucu intihar etmesi ile olmuştur. Böylesine enteresan bir isim var kitabın arka planında… Bu nedenle okurken iki kez düşünerek / tartarak okumaya, yazarı anlamaya çalışıyorum ve ona göre yorumda bulunmak istiyorum. Yazarın hayatını bilmek, kitaplarını okumak, onun ruh dünyasının çözümlemesini yapma ve kurduğu kurgunun arka planını anlamakta bana yardımcı oluyor.
Kitabın özetine geçmeden önce kitabın ismini biraz tartmak istiyorum. Mecburiyet. Okumadan önce düşündüm, sorguladım kendimi: gerçekten hayatta mecbur kaldığım, mecburiyetten verdiğim kararlarım oldu mu? diye… Olmuştur mutlaka, ayrıntıları buraya yazmaya gerek yok ancak yazar eserinde tam da bu sizin kafanıza soruyu sorduktan sonra dank eden cevaplara benzer konulara parmak basıyor aslında. Bu soruyu sizde okumadan önce kendinize sormalısınız diye düşünüyorum: mecbur muydunuz? Ne kadar mecburdunuz? Hangi kararları verdiniz? Pişman mısınız? gibi…
Kitabın konusuna ve kısa özetine gelince: Askere gitmek istemeyen, karısı ile vatani görevi arasında bir seçim yapmak zorunda kalan bir asker kaçağının hikayesi. Soğuk savaş dönemi, savaşlar devam ediyor. Ana karakter ressam Ferdinand savaş sırasında askere alınmamak için eşiyle birlikte İsviçre’ye kaçmıştır. Bir gün askerliğe elverişliliğinin tespiti için mektupla konsolosluğa davet edildiğinde, karısının şiddet ve savaş karşıtı duruşuna ihanet etmemesi yolundaki telkinlerine karşın kendini gitmek zorunda hisseder. Kararsızdır. Görev duygusu, savaş karşıtı düşünceleri ve karısına duyduğu sevgi arasında sıkışıp kalmıştır. Gitmek istememektedir ancak gitmesi gerektiğini de bilmektedir. Başka çaresi yoktur. Ferdinand her ne kadar “insanlığın ötesinde bir vatanı” olmasa da, “yirmi milyon insanı boğan o zinciri” kıramayacağını düşünür ve konsolosluğa gider.
Ana karakterimiz Ferdinand’ın özgürlük ve itaatkarlık üzerine ikilemi, aslında bizlere yazar Zweig’in duygu ve düşüncelerinin yansıması olarak çıkıyor. Karakterin içsel çatışması mükemmel bir yalınlıkla anlatılıyor. Dedim ya: yazarın hayat hikayesini bilmek, kitabı okurken yazılanlara bakış açısını gerçekten değiştiriyor. Yazarın hayatını, sonunu bildiğimizden dolayı kitapta ondan izleri bulmak daha da kolaylaşıyor. Yazar, savaş karşıtı olmasının yanında, savaştan kaçan, kaçmak zorunda kalan biri aynı zamanda ki kitaptaki karakter Ferdinand’da savaştan kaçmış biri ama aklı hep vatanında… Belki de yazarımızda vatanını özlüyordu Brezilya’da bulunduğu dönemde ama kitabının finaliyle, kendi hayatının finali aynı olmadı. Üzücü olan kısım da burası… Avrupalı ve “dünya vatandaşı” kimliğine büyük değer veren yazar, bu eserinde özellikle karısı üzerinden oldukça aforizma kokan cümleler kurup duygu karmaşasını aktarmaya çalışmış.
Kitap İncelemesi – Mecburiyet Kitap Özeti ve Anlattıkları
Yazar yapıtlarında savaşın yıkıma uğrattığı eski dünyanın değerlerinin kayboluşunu büyük ölçüde dert edinmiştir. Zaten bu konuya bu kadar kafa yormasının sebeplerinden bir tanesi de budur: savaşın her açıdan yıkıma uğratması. Yine kitapta geçen “ıslak bir karanlık duruyordu kendisiyle dünya arasında” (s. 2) cümlesi bence yazarın düşünsel dünyasını anlatan çarpıcı bir cümle olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında “ben özgür bir ülkede yaşıyorum” (s. 42) sözleri ile İsviçre’yi övmesi benim dikkatimi çeken bir cümle olmuştur. Bir diğer dikkatimi çeken cümle ise “Kocaları, çocukları kendilerinden sökülüp alınırken milyonlarca kadın da korkaktı – hiçbiri yapması gerekeni yapmadı. Bizler hepimiz sizin korkaklığınızdan zehirlendik.” sözleri ile kadın karakter üzerinden kurduğu cümle olmuştur. Hayatı boyunca sanırım 2. Dünya Savaşı gibi emperyalizmin savaşına sadece tanık olduğundan dolayı savaşları bu şekilde yorumlamasını normal buluyorum ancak her kadın, her savaşta böyle olmadı. Kurtuluş Savaşını keşke irdeleseydi…
İşte tam da burada şunu belirtmek var: savaştan savaşa fark var. Ülkesine yapılacak her saldırıya her ülke vatandaşı karşı çıkmalı, savaşmalı diye düşünüyorum. Savaşa karşı bu kadar düşünsel olarak kafa yorması, savaşın baskıcı tarafı ile oluşan duyguları bazı ön yargıların yazar üzerinde oluşmasına neden olduğunu düşünüyorum. Örneğin kitapta “Üniforma giymeyenler daha bir insandır” gibi bir söz var ki; aşırı ön yargı içeren bir cümle. Tamam, Hitler konusunda yazar sonuna kadar haklı olabilir ancak savaşların tamamen ahlak dışı olarak nitelenmesi yerine meşru zeminde ve adil bir şekilde gerçekleştirilen savaşların da olabileceği gerçeğini irdelemek gerekiyor diye de düşünüyorum. Yazarın tümden karşı çıkması, ona göre eserin karakterlerini karakterize etmesi ve okuyucuyu yönlendirmesi bence tam anlamıyla doğru bir hamle değil. “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.” sözü daha doğru ve net bir ifadedir diye düşünüyorum. Buna göre kurgulayabilirdi.
Yine de yazarın yalın anlatımıyla kendini olayın içerisinde hissedecek olan okuyucu, baş karakterimiz ile birlikte yazar “bilinen savaş karşıyı eserlerden farklı olarak savaş sırasında evli bir çiftin kaçışının anlatıldığı eserde özgürlük mü yoksa sorumluluk mu sorularına cevap arıyor” (Önsöz). Kitabın ana temasında askerlik olsa da askeri hiç bir aşama kitapta anlatılmıyor. Kitap Ferdinand’a gelen bir “mecburiyet” mektubu ile başlıyor. “Keşfe çıkmış bir süvari yeşil, sık ormanlıkta görünmez çelik bir namlunun kendisine yöneldiğini ve içindeki küçük kurşunun karanlığa, bedeninin içine girmek istediğini nasıl hissederse, Ferdinand da bu mektubun bir yerlerden çıkıp geleceğini biliyordu.” (s. 5). Bu mektup askerlik için yapması gerekenleri anlatan mecburi bir görev çağrısı. Peki mektubu yırtmak istemesine rağmen okumak zorunda kalan Ferdinand kendini, eşini, hayatını hiçe sayıp gelen bu çağrı ile göreve gidecek mi? Buna mecbur mu?
Savaş psikolojisi ile Ferdinand’ın duygularının mükemmel aktarıldığı bu kitabı hep birlikte okuyup sonunu görelim derim. Ancak bu son böyle kitaplarda gibi mi biter? Orası tartışmalı.
İyi okumalar.