Kitap Yorum: Osman: Aşk
  1. Anasayfa
  2. Kişisel Yazılarım

Kitap Yorum: Osman: Aşk

1

Beyazıt Akman’ın yeni kitabı Osman: Aşk piyasaya çıkmadan ön siparişi vermiştim; birkaç günlük gecikme ile elime ulaştı. Vatani görevimi yaptığım sırada, nöbet esnasında bile okumak istedim: tabii görev ayrı, okuma aşkı ayrı… Elimden geldiğince romana vakit ayırarak, bir çırpıda okudum.

“Şıp… Şıp…”

Beyazıt Akman yine ortaya çok güzel bir Osmanlı tarihi romanı çıkarmış desek yalan olmaz; günümüzden birçok olayla bağlantı kurabileceğimiz roman bazen aksiyon dolu bir film, bazen dini bir belgesel, bazen tasavvufu anlatan bir video, bazen ise geçmişe yapılan yolculuk şekline bürünüp sarmalıyor sizi ve bir çırpıda bitiyor.

Kitabı okurken çok fazla not tuttuğumu özellikle belirteyim: o yüzden uzun bir Osman: Aşk blog yazısı olacağını bilerek yazımı okumaya başlayın. Ayrıca kitap eleştirileri günümüzde üslup ve kurguyu yorumlamaktan öteye geçmiyor gibi; o yüzden “fazla bir eleştiri” benden beklemeyin. Burada yazacağım her şey, el emeği göz nuru olduğu belli olan birkaç yıllık araştırma sonucunda ortaya çıkan Osman: Aşk kitabında zaten yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında bu yazımın bir tahlil/yorum/eleştiri’den çok bir “tekrar” olduğunu, hoşuma giden bir eserin güzel yanlarını takipçilerime aktarma girişimi olduğunu da belirteyim. Hadi bakalım, notlarım eşliğinde okumaya başlayın…

Öncelikle yazarın kendisinden bahsetmek gerek: sıkı hayranları hatırlayacaktır; Beyazıt Akman, romanlarında kendi de oynayan bir karakter aynı zamanda… Osman: Aşk kitabında, tıpkı diğer iki romanında olduğu gibi yine Amerika caddelerinde dolaşırken buluyoruz onu. Çevresini iyi gözlemleyen biri olduğu ortada; fakat bunu yaparken günümüzün en önemli sorunu olan mültecilik ve “özgürlükler ülkesi ABD yalanı” konularına ince göndermelerde bulunduğu cümleleri okurken hafiften sırıtıp “Helal olsun sana be!” dediğimi hatırlıyorum. Amerika’nın gerçek yüzünü anlattığı şu cümleler aslında çok güzel bir özet: “ Washington sadece Amerika’nın değil, evsizlerin de başkenti gibi geliyordu ona… ‘Amerika’nın gerçek yüzü belki de bu’  diye düşündü genç adam. Işıltılı Amerikan filmlerinde, sözde haber kanalı CNN’de ve tüm dünyanın yayınlanacağı günü iple çektiği çok meşhur Amerikan dizilerinde gösterilmezdi bu gerçek. İsrail lehine iş yapacak senatörlere milyarlarca dolarlık seçim bağışları yapan Yahudi lobilerinin yanı başında yerde yatan evsiz Amerikalılar…” (s.38)

Romanımızın başkarakteri koca imparatorluğa da ismini vermiş olan, kitabın isminin sahibi Osman. Küçüklüğünden itibaren onun yaşadıklarını adım adım takip ediyoruz; bunu yaparken tarihler arasında mekik de dokuyoruz. Belki de kitabın en heyecanlı olayı bu. Benden sonra kitabı okuyan, daha önce pek kitap okumayan bir arkadaşım “tarihler arasında bu kadar gitmesi, konuyu takip etmemi zorlaştırıyor.” diye eleştiri de bulunsa da; sıkı kitap okuyucularının bu tarihler arasında git-gel yapılması konusunda zorluk yaşayacaklarını sanmıyorum. Gelelim Osman Bey’e. Küçük Osman’ın daha genç yaşlarda babasının karar meclisinde bulunduğu sırada, Selçuklu Sultan’ının kesin emirlerini içeren mektubu karşısındaki şu sözleri dikkate değerdir: “Kayı büyüklerim; Alp Arslan Rumlarla barıştı mı? Oğuz Kağan Çinlilerle barıştı mı? Kurt, kuzuyla barışır mı söyleyin bana! Türkü Türk yapan onun mücadelesidir, azmidir, cesaretidir, inancıdır! Biz kanımızla suladığımız bu topraklarda yaşamak için tekfurlardan izin mi alacağız? Siz bilmez misiniz ki bu satırları yazan Selçuklu sultanı Moğolların kuklasıdır! Siz bilmez misiniz ki artık onun hiçbir otoritesi ve gücü yoktur! … Türk’ün şiarı harekettir, cihattır! Türk yaşadığı sürece düşmanı bitmez. … Kılıcını kınına koyanımız kaybeder.” (s.103/104) Küçücük bir aşiretten cihan devleti kuracak idealist düşüncenin, cesaret dolu kalbin sahibinin ağzından da ancak böyle sözler çıkması beklenir!

Türkü Türk yapan şeyin sözünün eri olduğunu söyleyen Ertuğrul Bey’in Osman Bey’e nasihat ettiği şu sözler, kulağa küpe yapılacak cinstendi: “Doğruluk, ne pahasına olursa haklının yanında, haksızın karşısında olmaktır. Barbarlık ile medeniyet arasındaki en büyük farktır bu. Barbarın değişen doğruları, samimiyetsizliği, anarşist tavrı dünyaya her zaman kargaşa getirir. … Adalet, sadece senin işine yaradığı zaman değil, sana zararı olduğu zaman da adalettir. “ (s.138) Osman Bey’le beraber biz de bazı “tecrübeleri” kazandık belki de okurken veya tarihi bazı olaylara farklı bir bakış açısı kazanmış olduk, örneğin: “Çoklarını yaşatmak için bazen birini öldürmenin gerekli olduğunu öğreneceksin. Bir gün öldürmeyi öğreneceksin. “ (s.588) Bu söz bizlere Osmanlı devletinde yaşanan kardeş katlinin ilk dönemlerde de olduğunu gösteriyor. Osman Bey’e bu sözlerin bir geyik avında, geyiği öldürmekten vazgeçmesi sonrası amcası tarafından söylendiğini de hatırlatalım…

Osman Bey’in yalnız başına ormanda kaldığında kendi kendine sorduğu sorulardan bir kaçı, günümüzde bizlerin de sorması gereken soruları teşkil etmiyor muydu? “ Biz neden kendi kendimizle kavga ederiz? Neden gücümüzü kendimizle harcarız? Bizim kıblemiz bir değil midir? Allah’ımız bir değil midir? Türk boyları ne zaman ki birbirlerine düşmüşler, işte o zaman Moğol vurmuş, Türk boyları ne zaman kavgaya tutuşmuşlar, işte o zaman Haçlıdan bozgun yemiş!” (s. 468) tespiti anlamlıydı: bugün de benzer soruları sorabiliriz, değil mi?

Yazar, bir önceki kitaplarında okçuluk hakkında yeterince bilgi vermişti; bunun yanında “Osmanlı tokatı” hakkında da yazarın yazdığı romanların hayranı/okuyucusu olarak yeteri kadar bilgi sahibiydik. Yazar, bunun farkında olacak ki: okçuluk ve benzeri konularda fazla bilgiye bu sefer yer vermedi, iyi de yaptı: fakat bilimsel, hayattan bazı ipuçları vermesi genel kültür açısından iyiydi. Buna örnek olarak “Kahverengi benekli, başını yukarıya doğru bir taş gibi açmış olanlardan kesinlikle uzak durmalıydı. Zeytinyağı gibi sarımsı renkli olanlara Ölüm Dokunuşu derlerdi. Kırmızı başlı ya da başının altı dümdüz beyaz olanlar da kesinlikle yenmemeliydi.” (s. 224) sözleri verilebilir. Ayrıca Osman’ın istikrarlı bir şekilde yıldızları izlediği bir geceyi anlatan bölümde yazılan “Gecenin lacivertinde kızıl yıldız tüm haşmetiyle parlıyordu. Kış mevsiminde ortaya çıkan ‘Dev’ isimli yıldız kümesinin, Arapların deyimiyle ‘El-Cabbar’ın sol üst köşesindeki en büyük yıldızıydı bu.” sözleri de KPSS’ye hazırlanan benim gibi öğrenciler için iyi bir genel kültür bilgisiydi.  Bunun yanında dönemin mutfak kültüründen örnekler vermesi de okurken ağzımızı sulandırmadı değil: “Büryan kebabı, kaz çevirmesi, nükûl, pirinç tatlısı, zerde, ceviz helva, çekme helvası gibi…” İlginç genel kültür bilgilerine şu da eklenebilir: “Deve kuşu yumurtası örümcekleri dışarıda tutar.” (s. 310) bunu köyde denemek lazım! Bir de şunu eklemesem olmaz, askerdeyim ya: “Ağaçların daha çok yosunlu tarafları ve karınca sıraları güney kısmında…” (s.585) Yönünü kaybedenlere duyurulur! Bir genel kültür bilgisi daha: Rottweiler kasap demekmiş! O köpeklere, bu isim yakışırdı zaten!

Okçuluk hakkında pek yeni bir şey yok diye yazdım ama romanda yer alan “İyi yay sadece ok atmaz, ateş de yakar!” (s. 223) sözleri benim de hemen ilgimi çekti; romanda bir oydan nasıl ateş yakılabileceği anlatan bu cümleler gerçekten ilginçti! Acaba birileri ok ile ateş yakıp, video çekmiş midir diye internette araştırdım ama bulamadım. Gerçekten o anı yaşamak isterdim. Bir diğer ilginç gelen ve bende “kültür aydınlanması” yaşatan olay ise şövalyeler konusunda oldu.  Şövalyelerin hep kılıçla, omuzlarına dokunularak şövalye ilan edildiğini bilirdik; filmlerde/kitaplarda böyle gördük. Fakat her şey masallardaki (!) gibi olmuyormuş; romandaki şu sözler ile bunu da öğrendik: “İmparator beni ayağa kaldırdı ve yüzüme bir şaplak indirdi. Yanağım kıpkırmızı çıkmıştı. Omuza kılıç dokundurmak yerine bu şekilde de şövalye ilan edildiğini o zaman öğrendim. “ (s.152) Mihal’in de benim gibi şaşırmış olması iyi oldu!

Romanda Türklerin ata sporu yağlı güreşler hakkında da yeni bilgiler edindim. “ Üç kat deriden ve kat ve kat keçeden yapılma, pehlivanlığın yegâne alamet-i farikası olan kispet güç ve kuvvetin sembolü olduğu gibi sayısız dini sembolizmi de içinde barındırıyordu. Bunlardan en önemlisi de elbette İslam’ın emrettiği gibi göbekle diz arasını kapatarak mahremiyet adabını uygulamaktı. Pehlivanlığın kutsi sembolizmi bununla da bitmiyordu. Sanki her adımda, her tutuşta, her kapışta bir işaret gizliydi. Ak Timur kispetin kasnağından geçen ipi güzelce bir kere daha sıktı, üç düğüm attı. Birinci düğüm ahde vefa kılmak Allah için, ikinci düğüm, beyate vefa kılmak Hz. Muhammed için ve üçüncü düğüm, vasiyet, yani ustası için atılan düğümdü. … Hz. Hamza, tüm pehlivanların piriydi. “ (s. 427) ve “Çekmek, tutmak, yapışmak, kaldırmak hepsi de caizdi güreşte. Ama öyle adice vurmak, yumruklamak, tokatlamak ya da tekmelemek yoktu. Bir asiller sporuydu güreş; gücü ve tekniği en iyi şekilde kullanabilenlerin sporu… Asya’da Türklerin arasında ortaya çıktıktan asırlar sonra çekme ve tutmaya dayalı Uzak doğu sporlarının atası olması boşuna değildi. “ (s. 430) bu benim için yeni bilgilere örnek gösterilebilir. Tabii bu yeni bilgilerin benim/bizim açım(ız)dan üzücü olan tarafı, ata sporumuza olan “uzaklığımız” olsa gerek. Kendi sporumuzu bile bilmiyoruz! Ne kadar ince düşünülmüş, ne kadar ayrıntı var bakar mısınız sporumuza? Biz ise her sene Edirne’de düzenlenen yarışmaların finalinde “kazanan kim?” sorusunun cevabını öğrenerek yetiniyoruz! Büyük ayıp…

Biz Kıbrıs’a asker çıkarırken “Ayşe tatile çıkıyor.” şifresini kullanmıştık; kitapta Ertuğrul Gazi’nin de savaşçı arkadaşları için kullandığı bir şifre vardı ki daha orijinal ve güzel: “ Yunus Mürebbi kalenin önünde bekliyor.” Bu savaş başlıyor anlamında kullanılıyormuş. Romanı okurken askerde olduğum için bu tip stratejik kısımları özellikle not ettim. Çünkü askerlik bunu gerektirir… : )

Kitapta yönetici adaylarına, ülkelerini yöneten isimlere yönelik ders niteliğinde sözlerin olduğunu söylemek gerek. Mesela, gelecek kuşakları yetiştirecek olan sistemi kuracak olan yöneticilerin, şu sözlere ne diyeceğini merak ediyorum: “ İlim öğretirken irfanı unutmasınlar, harflerin ve rakamların sırrını çözmek isterken Allah’ın kelamını unutup yük taşıyan merkeplere dönmesinler!” (s.542) Bu sözlerle, eğitim sistemi içerisinde Allah’ın kelamının özellikle yer edinmesi gerektiğini, hatta eğitim sisteminin temelinin bu olması gerektiğini vurgulanıyor. Sizce ne kadar doğru bilemiyorum; fakat Osmanlı medeniyetinin özellikle yükseliş döneminde ortaya çıkan eserlerine baktığımızda Allah’ın ilmine olan saygı ve bağlılık, ortaya muhteşem sonuçlar çıkarmış ve bu eserlerin hala günümüzde kullanılabilirliğini/okunabilirliğini sağlamıştı. Yani bir İbn-i Sina’lar kolay yetişmedi; işte bu tip isimlerin yetişme tarzına uygun bir eğitim yapılanmasına günümüzde gidilebilir mi? Üstünde düşünmek gerek… Eğitim sistemimizin içler acısı halini hesaba kattığımızda, düşünmek için belki de geç bile kaldık diyebiliriz.

Şeyh Edebali hakkında pek bilgimiz olmayan biri aslında veya tarihi olarak kıymetini çok iyi bilemedik.. İstanbul’un fethinde Akşemseddin neyse, Osmanlı’nın kuruluşunda da Şeyh Edebali o diyebiliriz. Osman: Aşk romanında, Edebali’nin birçok öğüdüne, anlamlı sözüne, tecrübe kokan konuşmalarına, bir ilim adamı nasıl olur? u bize özetleyen hal ve hareketlerine şahit olduk. Evet, bunu okuyarak yaşadık: çünkü yazar öyle güzel betimledi ve anlattı ki Edebali’yi… Şeyh Edebali’nin şu sözleri çok anlamlıydı: “Biz ufuk avlarız. Her zaman gidilecek bir yer, geçilecek bir yol, keşfedilecek bir mekân vardır. Her zaman yeşertilecek bir vadi, çiçeklendirilecek bir bahçe, sulandırılacak bir toprak vardır. Biz zaten hazır bahçelere konmaya gelmedik; bahçe yapmaya geldik. Biz hazır çeşmelerden içmeye gelmedik; su getirmeye geldik. Biz ufuk seyretmeye değil, ufuk keşfetmeye geldik, oğul.” (s. 359) Buna benzer her cümlesi ders kokan, anlamlı cümleler serpiştirilmişti romana… Bir Edebali sözü daha: “ Yaşadığın hiçbir çile boşuna değildir. Büyük düşmanlara karşı büyük hazırlıklar gerekir. “ Özellikle Osman’ın genç ve toy halini, toprağa atılan tohuma benzetmesi ve “tohum, toprağın altında hiç güneş almadan olgunlaşır.” demesi de anlamlıydı. Bir yandan Yunus Emre’nin “pişmesini” takip ederken, diğer taraftan Osman Bey’in Edebali tarafından resmen “yontulup” bir bey haline, bir cihan devletinin kurucusu haline getirilmesini okuyorduk…

Osman Bey dönemi hakkında yaşanmış hikâyelerden günümüze kalan önemli bir olay vardı: Osman Bey’in Edebali’nin evinde Mushaf’ın olduğu odada uyuyamaması ve o gece rüya görmesi. Yazar kitabında bu olayı ikiye ayırarak okuyucuya aktarmış; bu da hoş bir sürpriz oldu. Tabii ki olay anını biraz romanın kurgusuna uydurarak bunu yaptı… Fakat bu rüyaların okuyuculara sürprizleri de var!

Yunus karakteri kitaba ayrı bir ahenk katmıştı: roman kurgusunun düşünen tarafı oydu. “ Çiçeklerin Hristiyan’ı ya da putperesti yoktu, onlar sürekli Halık’larına döner, hep O’nu zikrederlerdi. Onların zengini fakiri de yoktu. Ağaçların arasından nankörlük eden çıkmazdı hiç. Kendine hava, su ve güneş ışığı verildiği takdirde zikrini tamamlar, çiçeği açar, meyvesini verirdi. Onlar yalanı bilmezdi, hasetten bihaberdiler.” (s. 533) şeklinde Yunus’un ağzından okuduğumuz sözler, insanoğluna ne güzel ders veriyor! Üzerinde düşünülecek, çok anlamlı sözlerdi bunlar. Yunus’un âlimlerle karşılaştığı an da duyduğu şu sözler, doğu medeniyetinin ne kadar büyük ve gelişmiş olduğunu ortaya serer nitelikteydi: “ Sen Bağdat’ı bilir misin? Beytül Hikme’deki ilmin babalarını hiç duydun mu? Kurtuba’daki matematik hesaplamalarını, Toledo’daki uzay araştırmalarından haberdar oldun mu hiç? Güneşin büyüklüğünü ve sıcaklığını, yıldızların boyutlarını, doğadaki sayıların sırrını, Altın Oran’ı, kalbin hassas noktalarını, kan dolaşımındaki inceliği, insan anatomisinin derinliklerini bilir misin? Bir kuşun kanat çırparken yaptığı dinamiği, üç kilometre öteden gördüğün bir dağın büyüklüğünü, bir ağacın büyüme hızını ölçebilir misin?” (s.537) Koca medeniyeti “yedik, bitirdik” resmen ya: seyrettik eriyip, gitmesini; yeniden ayağa kaldırma şöyle dursun, tiksinen bir gençlik yetişiyor bu mükemmel medeniyete karşı… Fakat Yunus’a sorulan bu sorular yaratıcının varlığını ve ilmin ne kadar önemli olduğunu gösterir nitelikteydi. Hatta kitapta bu sorulardan sonra gelen şu cümle, olayı özetler nitelikteydi: “İlim insanı Allah’tan uzaklaştırmaz, tam tersine onu daha fazla kendine çeker, sabit kılar. İslam bir ölçü dinidir, bir hesaplama, bir doğayı gözlemleme dinidir. Öyle bir prensiptir ki o, insanoğluna ilk söylediği şey ‘Oku!’ olmuştur.” (s. 538) Bunu al, “batıcı” olan kesimin olduğu yerlerde pankart olarak as!

Osman: Aşk romanının en ilginç ve tarihi karakterlerinden bir tanesi de Mihal’di. Resmen “şövalye dünyasına” ayna tuttu bizler için: şövalye dünyasının gerçekliğini, tüm çıplaklığı ile önümüze serdi. Onun kendi iç muhasebesini yaparken, kendiyle yüzleşirken ki düşüncelerini okurken bir şövalye bulup dövesim geldi! Mihal’in “Ben, Mihal” başlığı ile kendi yaşadıklarını anlattığı bölümlerden birinde şövalyelerin gerçek yüzünü anlattığı bölüm “şövalyeler çok karizma” diye ağzını bükerek konuşanlara okutulmalıydı: “ Şövalye zayıfı korur, güçlüyle savaşırdı ama biz vergi vermiyor diye silahsız ve savunmasız köylüleri kılıçtan geçirecektik. Şövalye onurlu savaşçıydı ama biz onursuzca, savaşta kazanmak için her türlü hileye ve üçkâğıtçılığa başvuracaktık. Şövalye romantik aşkın peşindeydi ama biz daha adet görmeyen kızları bile yuvalarında koparıp yatağımızda or*spu edecektik! Şövalye sadıktı ama biz yeteri kadar altına her türlü sadakatimizi satmaya hazırdık. Cesaretin yerini çok geçmeden korkaklık, onurun yerini şerefsizlik, sadakatin yerini ise ihanet almıştı. İşte gerçek şövalye kodu buydu!” (s.153)

Romanın günümüz dünyasına yansıyan yönleri de yok değildi. Siyasi çekişmenin dün olduğu gibi bugünde devam ettiği bir gerçek; fakat günümüzde yaşanan savaşların arka planına ışık tutması açısından geçmişte olanlardan ders almadığımız da ortada. Buna “Vatikan’ın İslam’a karşı haçlılarla başlattığı ama başarılı olamadığı mücadeleyi Moğolların üzerine yıktığını, Müslüman ordularına karşı onları desteklediğini öğrendiğimde her şey çok geçti. Papalığın hem Moğolları hem de Müslümanları birbirine karşı kışkırtacağını hep sonradan öğrenecektim.” (s.235) sözlerini örnek verebiliriz. Şimdi de öyle değil mi? Müslüman, Müslüman ile savaşıyor, peki neden? Kim bunlara sebep oluyor? Elin Amerikalısının, Rusya’sının Suriye topraklarında ne işi var? Geçmişte yaşananlar, isimler değişerek yine devam ediyor. Bunun yanında, okurken sanki günümüzde yaşanan bir gelişmeyi sıcağı sıcağına okumuş gibi hissettiğiniz cümlelerde vardı kitapta: “ Bir caminin duvarı dibinde dilenen Suriyeli bir çocuğa kuşağından çıkardığı gümüş parayı verdi. Moğolların vahşetinden kaçanlar Orta ve Batı Anadolu’daki pek çok şehirde olduğu gibi Kastamonu’da da birikmeye başlamıştı. “ (s.256) sözleri size bir şey hatırlattı değil mi? Savaşın iyi bir yönü var mı bilmiyorum ama kötü yüzü hiç değişmedi: olan en çok kadınlara ve çocuklara oldu, bir de topraklarından gitmek zorunda kalan mazlumlara…

Osman: Aşk, büyük bir araştırma sonucunda yazıldığı belli olan bir eser; yine de okuduktan sonra bazı konularda araştırma yapma ihtiyacı güdüyorsunuz. Mesela Yunus Emre, Marco Polo, Mihal Kosses, Osman Bey, Şeyh Edebali aynı dönemde mi yaşadı? Bu soru, her Osman: Aşk romanını eline alıp okuyan okuyucunun aklına gelmiştir, eminim! Doğruluğunu tasdik edemediğim şu bilgiyi ben de bir yerde okumuştum: “Osman Bey amcasını öldürürken, Marco Polo’nun Bangkok’ta heykelleri dikilmişti…” Marco hakkında wikipedia da verilen bilgiler şu şekilde: d. 15 Eylül 1254, Venedik – ö. 8 Ocak 1324. Aslında hepsinin aynı dönem olduğunu söylemem gerek: hepsi de neredeyse birbirine çok yakın tarihlerde hayatlarını kaybediyorlar. Bu açıdan bakıldığında, bu önemli isimlerin aynı tarihte olması şaşırtıcı gelse de ne yazık ki tarihi bir gerçek: işte yazarın kalitesi de buraya ortaya çıkıyor. Bu çoğu birbirinden habersiz insanları çok güzel bir kurguyla bir araya getiriyor. Romanın tek tarihi gerçekleri bunlar değil tabii ki; yine okurken not ettiğim şu cümleyi sizlerle inceleyelim: “Amasya’da bir manyak çıktı, Kendini Mesih ilan eden bir Türkmen! Baba Resul adında bir deli! “(s. 195) gerçekten böyle bir olay tarihte var mıydı? Tarihimizi ne kadar az bildiğimizi yüzümüze vuran bir tarihi olay daha, sorunun cevabını sizlere bir notla vereyim: “aşırı Şiilik, şamanlık ve bâtınilik etkisiyle oluşan görüşlerini ilk olarak Amasya’da yaymaya başlamıştı. Türkmenler tarafından peygamberlik mertebesine yükseltildi ve “baba resul” diye anılmaya başlandı. Çevresini genişlettikten sonra, siyasal açıdan aktif bir tavır sergileyerek dinden ve adaletten ayrılmakla suçladığı Selçuklu yöneticilerine karşı propagandaya başladı. Gıyasettin keyhüsrev’e karşı cihat ilan etti ve müritleri aracılığıyla taraftarlarını çoğalttı. Bu arada Urfa bölgesindeki harizmşahları da Selçuklu Sultan’ına karşı savaşa çağırdı. Adıyaman bölgesinde ve Malatya’da kuvvetlerinin yenilmesi üzerine telaşa kapılan Gıyasettin keyhüsrev, baba İlyas’ın üzerine ünlü komutanlarından armağan Şah’ı gönderdi. Baba İshak’ın önderliğindeki Türkmenlerden önce Amasya’ya varan armağan şah, Baba İlyas’ı yakalayarak kale burcuna astırdı.” Romanda geçen Baba Resul, aslında tarihi kaynaklarda Baba İlyas olarak bilinen ve isyan edip idam edilen biri.

Romanda çok sık Bitinya kelimesini okuduk; ilk gördüğümde “Britanya ne alaka?” sorusunu sorarak gülümsemiştim. O dönem Osmanlı çadırlarının kurulduğunun bölgenin etrafına Bitinya adı veriliyormuş. Bu arada savaşın finalinin geçtiği yer ise Karacahisar. Burası İç Anadolu, Batı Anadolu ve Bitinya’nın kesiştiği kilit bir noktada, Kızıltepe’nin eteklerine Porsuk Çayı’nın hemen yanına kurulmuştu. Bütün bunlara ek olarak altını çizdiğim Gökkurt ve Ulukurt konusunda özellikle sözlük camiası içerisinde birçok bilgiyi daha önce okumuştum. Romana renk kattıklarını söylemem gerek: bu bölümleri okurken aklıma ayrıca ünlü aksiyon oyuncusu Liam Neeson’un başrolünde oynadığı The Grey (Gri Kurt) filmi geldi. Gökkurt’un Türklere ait mitlerde özel bir yere sahip olan kurt sürülerini kontrol eden kurtlara denildiğini biliyordum hatta Gökbörü adlı 100 yılda bir çıkan efsanevi bir kurt türü de var. Kurtlarla olan bağımız kuvvetli anlayacağınız; Yeşilçam’ın unutulmaz filmleri olan Tarkan’ı da hatırlamazsak olmaz… Romanda “cerrahların babası” olarak bilinen El-Zahwawi’nin Kitab El-Tasrif adlı kitabından bahsedildi fakat doğru düzgün bir kaynak bulamadım araştırırken… Tabii ki bunda lanet olmayasıca İngilizcemin olmaması da büyük etken! Ayrıca tarihi eserlerimizde sıkça gördüğümüz Rub-El-Hizb yani sekiz köşeli yıldız, yani kusursuzluğun sembolü, yani Osmanlı/Selçuklu mimarilerinde yer alan simgeden bahsedilmesi, romanda yer alması da iyi bir jest olmuş.

Romanda dikkatimi çeken bir diğer konu da yazarın ayetlere de yer vermiş olmasıydı; hem de Arapça aslıyla… Özellikle insanın yaradılışı ve yaratana şükürlerin olduğu ayetler özenle seçilmiş gibiydi. Dergâhta yapılan zikir seansları, rabıta anları ve yaşarken ölümü düşündüğü bölümler sanki gerçekmiş gibi okuyucuya aktarılmıştı. Yazar bazı yerlerde Latince cümleler de kullandı.

KİTAP KARAKTER TAHLİLLERİ:

Osman Bey: Ertuğrul Gazi’nin oğludur. Yerinde duramayan, hiperaktif bir yapıya sahipti; fakat askeri becerileri, zaman içinde güçlenmesi ve çevresindeki yaşananlara kayıtsız kalmaması onu beylik yapan etkenlerden sadece bir kaçıydı. Kardeşi Gündüz Alp’in Dündar amcasına yakın oluşu ve geleceği babası gibi okuyamamasının yanında Osman Bey’in hırsı, iradesi ve beyanları beyliği almasında babasının onun tarafında yer almasını sağladı. Yaşadığı badireler, esir günleri, ormanda yaşadığı anlar ona savaşın altın kuralını öğretmiş gibiydi: şaşırtmak ve yok etmek! “Bitinya’daki bu genç adamdan herkes “çılgın bir Türk” olarak bahsediyordu.” (s.561)

Aya Nikola: İnegöl Tekfuru. Bölgenin en güçlü ismi oydu. Selçuklular ve Moğollar ile savaşmadan antlaşmalar yapmış, Selçuklu Sultan’ına verdiği söz nedeniyle Kayı obasına Ertuğrul Gazi ölene kadar saldırmama kararını korumuştu. Kendini İmparatorluğun tek varisi sayıyordu.

Turgut Alp ve Aykut Alp: Osman Bey’in iki kardeş savaşçısı, kayı boyunun en iyi ve en hızlı atlıları olarak bilinirlerdi. Romana kendi aralarındaki komik tartışmalar ile renk kattılar. Diriliş Ertuğrul dizisindeki Turgut ile Bamsı gibiydiler.

Ak Timur: Osman Bey’in yiğit silah arkadaşlarından biri daha.

Dündar Bey: Ertuğrul Bey’in kardeşi, Osman Bey’in amcası olarak kayı boyunun en bilinen isimlerinden biri olmasının yanında, kitabın finalindeki sürpriz isim de kendisiydi.

Şeyh Edebali: Kayı boyunun ruhani ismi oydu. Dergâhında Osman’ın pişmesine vesile oldu, kızı Rabia ile Osman’ı evlendirdi.  Kitapta anlamlı sözleri ile kalplerimize seslendi. Örneğin “Yangınlar biter, ırmaklar akar, güneş doğar, güneş batar. Kış biter, yaz başlar. Karanlıklar gündüzlere sarılır, ay bir hurma dalı gibi döner durur… Tüm bunlarda düşünen insan için nice ayetler gizlidir. Ağaçlar yeşerir, meyve verir. Ağaçlar sararır, yaprakları toprak olur.” (s. 396) sözleri ile yaratana olan teslimiyet çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Fakat kitapta Edebali’nin en anlam ifade eden cümleleri “Ben, Edebali” başlığı altında yaklaşık 5 sayfa ile okuyucuya aktarılmış. Osman Bey’e nasihatlerinin yer aldığı bu bölümde yazılanları gerçekten her devlet adamının tekrar tekrar okuması gerekiyor diye düşünüyorum. Al, as odanın duvarına!

Rabia: Şeyh Edebali’nin kızı, Osman Bey’in hanımı. Küçükken babası tarafından Balkız diye çağrılırdı. Özellikle çocukluk döneminde Osman’la olan “ilişkisi” samimiyet açısından bakıldığında imrenilecek şekilde anlatıldı diyebilirim.

Yunus Emre: Çocukluğu çok ilginç geçen, dilini bir türlü tutamayan, doğada yaşananları, görünmeyenleri gören Yunus Emre’nin başından geçenleri, onun ağzından okuduk. Bektaşi dergâhına gidişi, nefsine yenilişi, sonrasında Taptuk Emre’nin dergâhına yol alışı, orada o bilindik “odun taşıma“ sınavına tabi tutuluşu ve yine yenilişi, ne kadar önemli biri olduğunun farkına varışı gibi anlar çok güzel bir anlatımla aktarıldı. Yunus Emre’nin nefsiyle olan sınavı, bize/bizlere örnek olacak cinstendi.  Nefsiyle mücadelesini Yunus’un ağzından okuyalım: “ Nefis böyledir işte, iki gün hayret eder, hizaya gelir, üçüncü gün isyan eder, bozgunculuğa başlar! O nefis ki Jz. Musa’nın koca denizi ortadan ikiye ayırmasının hemen ardından peygamber dağa çıkar çıkmaz altın bir ineğe tapınmadı mı? O nefis ki Hz. İsa ölüleri diriltip kuşlara nefes verince peygamber katletmeye çalışmadı mı? O nefis ki adı güzel kendi güzel Peygamber Ay’ı iki parça edince ‘Bu ne büyük bir büyücü!’ demedi mi? “ Evet; nefs denen şey şeytandan bile daha kötü! Hele hele şeytanla ortak olunca daha da kötü… Bu arada Yunus Emre’nin kendi ağzından dinlediğimiz bu bölümlerinin hepsine “Şeyhimin asasını arıyorum ben. Asayı bulduğumda her şey biter. Asayı bulduğumda her şey başlar.” sözleri de eşlik ediyordu.

Marco Polo: Akrabaları ile çıktığı Doğu yollarında yaşadıklarını bire bir aktarırken, kendi düşüncelerini de söylemekten çekinmedi. Osman ile ne zaman karşı karşıya gelecekler acaba? sorusunu okurken hep sordum.

Mihal Koses:  Soyu asil şövalyelere dayanan Koses, şövalyelerin yaşadıklarını/yaşattıklarını sorguladıktan sonra başına gelenleri kendi ağzından romanda anlattı. Böylelikle Osman ile tanışması ve ona yardım etmesi gibi bölümleri ondan dinledik. Şövalyeliğin ne kadar pis iş olduğunu da… Çocukluğunda yaşadıklarını, babasını izleyişi ve ondan öğrendiklerini okurken bu pis şövalyelere olan kinim de artıyordu! Hele hele, babasının bir savaş sonrası eve getirdiği esir kıza yaptıklarını okurken, o adamı bulup yok etmeyi de düşündüm! Romanda onu Harmankaya tekfuru olarak okuduk. Hristiyan şövalyelerin dinin arkasına sığınarak yaşadıklarını, yaşattıklarını ve yaptıkları iğrençlikleri tarihi gerçeklerle çok güzel bir şekilde anlattı. Özellikle Haçlı seferlerinin yaşattığı yıkım üzerine sözleri okunmaya değerdi.

Tabii burada şu bilgileri de eklemekte fayda var: Mihal karakteri, gerçek bir karakterdir aynı zamanda. İslamiyet’i seçerek Osmanlı saflarına geçen ilk önemli Bizanslı komutandır. Müslüman olduktan sonra Osman Gazi’nin teklifiyle Abdullah adını almış, adı Abdullah Mihal Gazi olmuştur. Tarihi metinlerden öğrendiğimiz kadarıyla tıpkı romanda olduğu gibi Harmankaya tekfurluğu yapmıştır. Osmanlı fetihlerinde büyük rolü olan Akıncı teşkilatının kurucusu da olan Abdullah Mihal Gazi, Orhan Gazi zamanında Bursa’nın fethine de katıldıktan sonra 1328 de vefat etmiştir. Türbesi Harmanköy’de bulunmaktadır.

Ertuğrul Gazi: Kayıların lideri, bu kitapta fazla ön planda değildi. Osman’ın kartalı ile olan münasebetlerinde ve çocukluğunun anlatıldığı bölümlerde gördük; bir de romanın en önemli anı olan hainin tespit edildiği bölümdeki sözleri ile yetinildi. Özellikle oğluna öğütlerini söylediği şu sözlerinin altını çizmiştim: “Hareket, Türk’ün ruhundadır, aklındadır, bedenindedir. Hiç sönmeyen bir alev gibi onu yakar da yakar. Bu hareket olmazsa oğlum, bil ki, Türk yoktur” (s.514) Yani koca lider, Türk hareket edenin ardındadır demek istiyordu. Türkler lafa değil, icraate bakar demek bu… Tanıdık geldi mi?

Hocaefendi: Pasinler Dergahı’nın başındaki isim oydu. Haşhaşinlerin Osman Bey dönemindeki lideri oydu, Osman Bey’i yenmek için haçlı artıkları ve Moğollar ile anlaşmış fakat başarılı olamamıştı. Sözleri, hareketleri ile Fethullah Gülen’i hatırlatmadı değil. Daha önceleri Alamut Kalesi fedailerinin Selçuklu’ya verdiği zararı şimdi bunun müritleri veriyordu. Alamut’un fedaileri savaşçıydı; hocaefendi’nin fedaileri ise en iyi medreselerde yetişmiş ve yüksek makamlara gelmiş kişilerden oluşuyordu. Alamut Kalesi adlı ünlü romanı okuyanların yabancı olmayacağı sözlerin yer aldığı kitapta, ünlü romanın ufak bir özetine ek olarak yeni karakter olan hocaefendi’den bahsedilmişti. Hocaefendi, 80 yaşlarında büyük patlıcan bir burna ve kalın dudaklara sahip biriydi. Onu Fethullah Gülen’e benzetmemin sebebi ise romanda yer alan şu cümlelerdi: “ Zikire başlamadan önce her zamanki ağır beddualarından birini yapmış yollarına çıkan herkesin Allah’ın gazabıyla karşılaşacağını, evlerine ateşler salacağını ağzından tükürükler salarak ilan etmişti. “ (s. 374) Bu sözler size Fethullah Gülen’in o ünlü “ateşler salınsın” bedduasını yaptığı sahneyi hatırlatmadı mı? Bitmedi: “ Fedaileri onun kusursuz takipçileriydi. Aralarında Kuran-ı hiç bilmeyen ama hocanın odayı dolduran kitaplarını kaç sefer hatmedenler vardı. Onlara göre Hocaefendi’nin ağzından çıkanlar kutsal kitaptan bile önemliydi!” (s. 374) Bu sözlerde size tanıdık gelmiştir, değil mi? Bitmedi! “ Hoca’nın Yahudi dostlarıyla arası çok iyi olduğundan… “ (s. 375) cümlesi de akla Gülen’i getirmeye yetecek cinstendi. Fakat en önemlisi, en çok şaşırtan cümle ise şu olmuştu: “ Hocaefendi, ‘bununla kalbini deşeceksin uzun adamın!’ dedi.” sözleri sonrası yazarın açıkçası tarafını belli ettiğini düşünmedim değil, o da mı reisci yoksa? : ) Şeyh Edebali’nin Haşhaşinler ve hocası hakkındaki şu sözleri dikkate değerdir: “Genç beyinlerin akıllarına girerek yıllar önce son bulan bu belayı yeniden hortlattı. Tekfurun töresi yabancı, dini farklı, dili başka. Bilirsin onun bizden olmadığını, ona göre tedbir alırsın. Ama bunlar öyle değil. Dini aynı gibi görünür ama sapkındır. Aynı yoldayız sanırsın ama haindir! Töreyi, atayı saymaz, gönlü gâvurdadır!” (s. 385) Bugün bizde cemaatin üst tabanı hakkında benzer şeyleri düşünmüyor muyuz?

KİTAPTAN ALTINI ÇİZDİĞİM BAZI ÖNEMLİ SÖZLER:

Bir kurttan koşarak kaçamazsın, onu kandıramazsın… (s. 218)

Bir kurdun onu avlayan şövalyelere karşı başarılı olmasının tek yolu, zekâsı ve sürünün diğer üyeleriyle birlikte hareket etmesiydi. (s. 546)

İtibarda tasarruf olmazdı.

Söz büyüğün, sus küçüğündü.

Mevcut durumun korunması demek uzun vadede gerilemeye ve nihayetinde yok olmaya yol açabilirdi. (s.104)

Acı olmadan korku, korku olmadan adalet olmaz. (s.105)

İçki ve kadınlar zaten her şeyi unutturmaya fazlasıyla yetiyordu. (s. 153)

Amaçsız, cahil bir kalabalığa her şeyi yaptırabilirsin. (s. 163)

Kontrol edemediğin güç, düşmanındır. (s. 182)

“Atlarda beyaz nişan, kurtlarda ise kara nişan hayra alamettir.” (s.225)

“Bildiğimiz iki kollu, iki ayaklı, iki gözlü insandan daha vahşi bir canavar var mı? Ondan daha barbar bir yaratık olabilir mi?” (s.234)

Kaderden kaçmak, iyi değildir. (s.253)

“İnsan, günah ile sevap arasındaki çizgide yalpalaya yalpalaya ya zalim olur ya âlim; ya melek kesilir ya şeytan! Pişmesi gerekir insanın, yetişmesi, öğrenmesi, eğitilmesi gerekir…” (s. 270)

Aşkınla yaşa, davan için savaş!

Senin şer bildiklerin hayır, hayır bildiklerin şer olabilir! (s. 496)

İnsan fanidir… Devlet baki! (s. 500)

Liyakat kimdeyse bu işi o sürdürmeliydi. (s. 439)

Türkler her zaman yere yakın yaşamayı severlerdi. (Burada Türklerin yere bağdaş kurarak yemek yemesine atıfta bulunuyordu) (s. 458)

Umutsuzluk insanoğlu için hak değildi. (s. 534)

Akıl şeytanda da var. … Ama o mağruriyet, o isyan ediş, o başkaldırış, o meydan okuyuş! İşte her şeyin sonu! (s. 541)

“Dağın kalbi Osman’a soğukkanlığı, acele etmemeyi, sabrı, düşünmeyi ve tefekkür etmeyi öğretiyordu. Dağın kalbi, Osman’a cesareti ve korkuyu öğretiyordu. Ona varlığı ve hiçliği öğretiyordu. … Dağın doruğunda peygamberi bir miras vardı belki de. Hz. Muhammed’in insanlığın kaderini değiştiren yolculuğu Hira mağarasında başlamamış mıydı? Hz. Musa, Sina Dağı’nda Allah ile konuşmamış mıydı? Hz. İsa, Zeytin Dağı’nda peygamberliğini haykırmamış mıydı?” (s. 267)

SONUÇ:

Beyazıt Akman çoğu için sıkıcı gelen tarihi konuları büyük bir ustalık ve beceri ile okuyucuya sunmayı başardığı için bugün sevilen bir yazar oldu. Osman: Aşk ve Osman: Savaş adlı iki kaliteli roman ile karşımıza çıktı bu sefer: 4 yıllık araştırma sonucunda ortaya çıkan bu romanlar hakkında çok az kitap olan Osman Bey’in dönemine ışık tutuyor. Tabii ki bitmedi! Osman: Savaş adlı romanı ile Osman: Aşk’a kaldığımız yerden devam edeceğiz. O da bitti, yazısı yakında blog da…

İyi okumalar.

  • 0
    alk_lad_m
    Alkışladım
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    e_lendim
    Eğlendim
  • 0
    _rendim
    İğrendim
  • 0
    be_endim
    Beğendim
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir