Son yıllarda tarihi kitaplara yönelik ilgi hızla artarken, popüler tarihin önemli ve başarılı isimlerinden biri olan Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ‘Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’ adlı kitabı elime geçti. Tarihi kitaplar konusunda hatırı sayılır esere sahip Timaş yayınlarından piyasaya sürülen kitap halktan da büyük ilgi görmüş olacak ki binlerce baskısı yapılmış. Son İmparatorluk Osmanlı / “Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek” Osmanlı’ya olan hayranlığını her fırsatta dile getiren, bilgisinden ve fil hafızası olarak adlandırılan müthiş hafıza gücünden şüphe duyulmayan Prof. İlber Ortaylı’nın geçmişten geleceğe tarihi gelişmeleri ele alarak ışık tuttuğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun pek iyi bilinmeyen ya da eksik/yanlış bilinen bazı noktalarına değindiği akademik bir metinden çok konuşma havasında yazılan, sanki onun bir programdaki konuşmasını dinler gibi okuduğunuz bir eserdir. Ben Osmanlı’yı yeniden keşfetmek 2 adlı kitabını okudum, ilk kitabı da en kısa zamanda okuyacağım.
Elimizdeki “Son İmparatorluk Osmanlı” kitabı, bilindik okul tarih kitaplarından uzak daha çok konuşma havasında yazılmış; araya objektif eklemelerle beraber örneğin Osmanlı Hanedanının günümüzdeki torunları hakkında bilgiler dahil bazı tarihi bilgilerinde eklendiği bir eser ortaya çıkmış. Sıkıcı değil fakat sanki İlber Hoca’yı 3-4 saat dinlemiş gibi oluyorsunuz: bu yüzden laf kalabalığının had safhada olduğu kitabı okuduktan sonra bazı şeyler unutulabilir, karıştırılabilir ki bu da normaldir. İlber Hoca’nın Osmanlı’yı bu kitabında överek anlatması hoşuma gitti; özellikle hanedan mensuplarının özel hayatları hakkında verdiği bilgiler beni de gururlandırdı.
İlber Ortaylı bu kitabında Osmanlı’yı imparatorluk yapan yönetim şekli, devletlerle olan ilişkileri, farklı kültürlere ve dinlere olan yaklaşımı ile kurumlarını kısacası kendine özgü kimliğini okuyucuya aktarmaya çalışıyor. Tabii bunu yaparken herhangi bir programdaki konuşma tarzıyla okuyucuya aktarma yolu seçilmiş ki; bu açıdan kolay anlaşılabilir ve hafif içerikli bir kitap olmasının yanında çok jakoben, Türkçe’nin tamamen katledildiği ve anlatım bozukluklarının rezalet boyutunda olduğu bir eser ortaya çıkmış. Konuşma yaparken cümleler devrik olabilir fakat bu kadar kaliteli bir tarihçinin düşüncelerinin yazıya dökülürken bu kadar laubali olunmaması gerekirdi diye düşünüyorum: editörler ne güne duruyor? İlber Hoca’nın bu kitabında klasik tarih kitaplarında yer alan ‘şu tarihte fethedildi, şu kişi aldı, şu şu olaylar oldu’ gibi belgelere dayanan kesin ifadeler yerine okuyucuda heyecan uyandırma, tarihi yorumlama kazandırma amacıyla olsa gerek genellemelerden uzak bir görüntü çizilmeye çalışılmış. Bu tercih ise kitabın genelinde bir düzenin oluşmasını engellemiş: bazı yerlerde sadece çoşku varken (yani istanbul şöyledir, istanbul böyledir deyip kayıtlardan, belgelerden bahsetmeden geçerken) bazı yerlerde bilgi vardı: halbuki önden ver çoşkuyu sonra bilgi gelsin, fikir gelsin. Okuyucu hem çoşsun, hem öğrensin. Bazı bölümleri bir kaç kez okumak zorunda kalıyorsunuz bu yüzden; anlamıyorsunuz: ne diyor bu hoca diye soru kafanızın üzerinde ortaya dank diye çıkıyor. Laf kalabalığına dönüyor bir süre sonra… Mesela kitapta diyor ki ‘İstanbul’daki protokol ve törenlere başka milletlerde rastlamak mümkün değildi.’ Evet değildi çünkü o meşhur Fransız saray adabı ancak 17. yüzyılın sonunda 14. Louis’le birlikte Avrupa’ya yayılmıştı. İyi ama koca dünya Avrupa’dan ibaret değildi ki!? O dönem Hindistan, Çin saraylarındaki adap nasıldı acaba? Bunu da aktarmalıydı: yeterince araştırma yapmamaktan yakınan bir tarihçinin böyle bir kusur işlemesi zoruma gitti açıkçası…
KİTAPTAN ALDIĞIM NOTLAR VE BENİM EKLEDİĞİM AÇIKLAMALAR:
Kitapta yapılan eleştirilerden biri olan Osmanlı Devleti ve sistemi hakkında yeterince iyi araştırma yapmamamız ve bilgi sahibi olmamamız konusuna ise kesinlikle katılıyorum. “Hiç bir zaman Batı’daki aydını yetiştiren tipte Batılı eğitim görmedik, Doğulu eğitimimiz de Doğulu gibi değil; İbrancasız Arapça ile İslam araştırmaları yapıyoruz, 9 ve 10. asırların İsmail Buhari, Şehristani; 12 ve 13. asırların Reşidüddin gibi Müslüman bilgilerinin aksine çağımızın İslamiyet’le uğraşanları ne yunanca ne ibranice biliyor. “ diyor İlber Hoca; doğru tespit: çünkü bir dönemi anlamak için sadece yazılı metnin olduğu kitabın yazı dilini bilmek yeterli değil. Ayrıca eğitim konusu günümüzde bile büyük bir sorun: kaç tane dünya çapında saygın bilim adamımız var? Yetiştiremiyoruz: ODTÜ gibi en büyük ve sayılı üniversitelerimizden birinde sol örgütlenmeler, teröristler beyinlerini yıkıyorken, üniversitelerimizde bilimden çok farklı şeyler konuşulurken bu sorunu çözmek de kolay gözükmüyor. “Yer yüzünün en işlek, en renkli bölgelerinden biriyiz.” diyor İlber hoca kitabında; Akdeniz ve çevresindeki uygarlığı anlamak için bu bütünün içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Bunu anlayacak, filolojik olarak değerlendirecek yetenekte bilim adamlarımız da yok. İlber Hoca kitapta bunu çok güzel örnekliyor: “Küçük Bahreyn adasının Arapları arasından Bizans ve Araplar adlı ünlü eserin yazarı olan İrfan Shahid gibi çağımızın ünlü bir bizans tarihçisi çıktı. Biz ise hala amatör Bizans tartışmalarıyla dünya görüşümüzü sergilemeye çalışıyoruz.”
İlber Ortaylı, Osmanlı’yı anlatırken konudan konuya atlamaya da bayılıyor: bu dağınıklığı toplamak okuyucu açısından zor oluyor belki ama yeni bilgiler de öğrenmiş oluyorsunuz. Mesela tarih ve tarihçilik kelimesini açıkladığı bölüm de ilginçtir. Kitapta yazdığı gibi tarihçilik aslında Almanya’nın büyük Roma devri tarihçisi ve hukukçusu Theodor Mommsen’in dediği gibi ‘bir alıştırma ve egzersiz meselesi’dir. İlber Hoca bu kısımda, tarihi eğitimi verirken ki sorunlardan bahsetti: evet biz hep işin tekniğini öğretiyoruz, bu üniversitelerimizdeki kökleşmiş bir sorun. İşin pratiğine inmek yok; bu sadece tarih alanında değil mezun olduğum maliye alanında da benzerlik gösteriyor. Burada İlber Hoca’nın tespitleri ise önemli: ” Garp alemini, Hristiyanlığı, onların tarihini, hukukunu, sosyal yapılarını incelememiz gerekir. Biz İngilizceyi ve Fransızcayı biliyoruz; o medeniyetin kökü olan Yunanca ve Latinceyi bilmiyoruz. … Bizim bildiğimiz Batı kültürünü ve dillerini iskenderiye limanındaki hamallar, tercümanlar ve rehberlerde biliyor. “ Bizim komşularımızı, bizim medeniyetimiz ile etkileşim içine giren milletleri tanımamız, anlamamız için onları daha iyi tanımamız, en az onlar kadar onların hukuklarına, sosyal yapılarına hakim olmamız gerekiyor.
İlber Hoca’nın özellikle batılılaşma, Cumhuriyet ve Kuran-ı Kerim konusundaki sözleri ise basında çok ilgi çekmedi bence; mesela “Cumhuriyet’i kuranlar Osmanlı paşaları, Osmanlı erkan-ı harbiyesi’dir” cümlesi çok dikkat çekici bir cümle olsa gerek. Bunun yanında Osmanlı’da matbaa’nın anlatıldığı bölümde Kuran-ı Kerim’in de kaybedildiğini yazmış. Kaybedilen ayetlerin olduğunu fakat zamanla derlendiğini söylüyor: önemli bir iddia bana göre; eski toplumlarda ezbercilik yapıldığını anlatırken ‘Kuran-ı Kerim derlenirken hafızalara çok güvenilmiştir’ sözünü kullanmadan önce bazı ayetlerin kaybedildiğini, sonradan derlendiğini söylemesi benim dikkatimi çeken cümleler oldu. Bunu biraz daha ayrıntılı anlatmasını isterdim, çünkü önemli iddialar bunlar. Bu kısımda Firdevsi’nin binlerce beyitini, Şehname’sini ezbere bilen göçebelerden bahsederken olayı ‘kaybedilen ayetlere’ taşımak da herhalde İlber Hoca’dan başkasının yapabileceği iş değil! Kitapta ilgimi çeken bir bölümde ‘Vira’ kelimesinin anlatıldığı Osmanlı – Avrupa ilişkileri bölümü oldu: ” Vira aslında bir Slav sözüdür; inanç, güven demektir, inanmak’tan gelir. “ Denizcilikte ‘vira bismillah’ kelimesini sıkça kullanırız, Trabzonspor taraftar gruplarından bir tanesinin adı da Vira’dır. Bu yönden kökeni, ilginç geldi diyebilirim. İstanbul’un fethi sonrası yağmalandığı iddiaları tarihçiler arasında sıkça dile getirilen bir şeyken İlber Hoca bunun tam aksini söylüyor: ” İstanbul virayla alınmadığı halde muhasaradan sonra şehrin yedi gün boyu yağmasına Fatih’in müsaade etmediği açıktır. Çünkü İstanbul artık imparatorluğun başkenti olacaktır.” Burada ilginç bilgilerden bir tanesi de İstanbul’un uzun süre mirasına saygı ile yaklaşıldığı fakat 3. Mustafa’nın emriyle bir müddet fermanlarda, mezar taşlarında ‘İslambol’ isminin kullanıldığı olsa gerek. İlber Hoca kitapta batılılaşma konusunda başlangıç olarak Cumhuriyet dönemini değil de 15. ve 16. yüzyılı göstermesi de önemli bir bilgi. Genel kültür açısından da Rusya’nın ilk sefirinin Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a 1700 İstanbul antlaşması ile gelen büyük yazar Tolstoy’un dedesinin babası Piyotr Tolstoy bilgisini de kitaptan öğreniyoruz. Sadece İtalyanca bilen Tolstoy’un büyük dedesinin Yedikule zindanlarına atıldığı da ek bilgi olarak verilmiş.
“Osmanlı Devleti tarihin gerçek anlamdaki son üniversal, yani cihanşümul imparatorluğudur.” diyor İlber Hoca ve ekliyor: ” Osmanlı, son Roma İmparatorluğu’dur.” Bu iddialı bir açıklama; savunması ise şu şekilde: “İlk Roma imparatorluğu pagan ve çok tanrılı dinlerin birleşkesidir. İkinci Roma İmparatorluğu Hristiyandır yani Bizans denen Doğu Roma İmparatorluğudur. Üçüncü ve son Roma İmparatorluğu ise Müslümandır yani Osmanlı’dır.” Haklı olarak bu benzetmeyi kabul etmek biraz zor; rahatsız edici olduğunun farkında olan İlber Hoca’nın savunması da ilginç: fakat bana göre fazla zorlama bir benzetme olmuş. Osmanlı, Orta Asya’dan kalkıp gelen bir boyun çevresinden beslenerek büyüdüğü fakat kendi kurallarını koyarak büyüyen, gelişmelere ayak uyduran bir imparatorluk. Diğer Roma imparatorlukları büyüme açısından benzerlik taşısa da hem coğrafi hem dini hem de devlet yönetimi açısından farklılıkları olduğu da açık.
Kitapta Osmanlı’nın mizahi yönünden az da olsa bahsedilmiş; fakat bunu yaparken mezarlıklardan örnek vermesi ironik olmuş: Eyüp’te yer alan tarihi mezarlıklarda yer alan “Kadın dırdırından vefat eden falanca efendi” gibi ibareler ecdadımızın da mizahi yönünü gösteren türden bir örnek olmuş. Bu arada mezar taşları üzerine yazılan dokunaklı beyitlerin olduğunu ve İlber Hoca’nın dediği gibi “her biri üslup harikası olan eski mezar taşları dışarıdaki hayatla bir bütünlük içindedir” sözleri de anlamlıdır.
Osmanlı, tarihi ile büyük bir imparatorluktu; tarihi ve temeli de Ortaylı’nın dediği gibi Müslüman Türk’e dayanmaktadır. Bu nedenle Osmanlı tarihi biz Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihidir. Bunu bazılarının yaptığı gibi yok sayamayız, kesip atamayız. Cumhuriyeti iyi anlamak ve sevmek için geçmişimizi de bilmek, anlamak gerekir; bunun yolu da ne yazık ki Osmanlı’yı sadece belli tarihlerde törenle kuru sloganlarla anmak değil, yeniden düşünerek anlayarak yaşamak araştırmaktan geçiyor.
Kitaptan not aldığım bazı sözler:
“herhangi bir medeniyet geçmişini anlamak için sadece evrak kalabalığına, sadece ecdadı ve kendi büyükbabalarının tuttuğu notlara değil; ayrıca başkalarının da değerlendirmesine muhtaçtır.” (s. 89)
“biz bu mirası reddedecek kadar zengin değiliz. hiç kimse değil.” (s. 108)
Kitabın arkasından:
“Osmanlı İmparatorluğu tarihin gerçek anlamdaki son üniversal, yani beynelmilel, cihanşümul imparatorluğudur. Akdeniz havzasındaki üç tarihî imparatorluktan birini kuranların torunları ve çocuklarıyız. Osmanlı’nın tarihini, kimliğini bilmek ve anlamak kolay değil; bütün etrafımızı, yani yeryüzünün en esaslı uygarlıklarını tanımamız, incelememiz, Osmanlı’nın kurumlarını, anlayışını, olaylara bakışını bilmemiz lazım. Osmanlı’yı tanıdıkça, araştırdıkça, okudukça kendimdaha çok sevecek ve tarihimize daha çok ısınacağız. Şüphesiz elinizdeki bu kitap da bu konuda okura yardımcı olma ve Osmanlı’ya dair yeni ufuklar açma iddiasındadır.” İlber Ortaylı