Paris sokaklarında gezmeden, Champs Elysees, Eyfel, Louvre, Notre Dame, Zafer Anıtı gibi yerleri dünya gözüyle görmeden; sadece filmlerden ve kitaplardan bu fransız şehrini merak eden, seven onlarca insan vardır belki de… Bu tip benimsemeler, genellikle tarihi ve büyük şehirler için oluyor; tıpkı İstanbul gibi…
Paris denince aklınıza ilk gelen şeyleri saysanız neler söylerdiniz? Büyük bir ihtimalle aşk, belki van gogh veya eyfel kulesi ya da fransız öpücüğü ile beraber fransız erkeklerinin romantikliği ve karizmaları gelebilir. Benim aklıma ilk gelen şey şu oldu: Neden ben paris sokaklarında dolaşıp, bir kitap yazamıyorum? Kendi kendime surat astığım an, film bittiğinde olmuştu. Çünkü gerçekten çok güzeldi ve Woody Allen imzalı bu hoş, tatlı, keyifli, turistik belgesel tadında bir film vardı karşımda…
Parisi en son, Dan Brown’un kitaplarından bir tanesinde okumuştum; sonrasında biraz cinayet romanlarına daldığım için farklı şehirlerde gezdim ama bu filmi öneren arkadaşlarımı kıramadım ve HİÇ araştırma yapmadan filmi seyre daldım. İnanır mısınız; edebiyattan zerre kadar anlamasanız bile ve oyuncuların bazı söylemlerini ‘ne diyor la bu?’ edasıyla, kaşlarını çatarak dinleseniz bile: iki aşığın yanyana geldiğinde konuştukları o şairane cümleler bile sizi filme kaptıracak cinsten…
Film; amerikalı bir nişanlı bir çiftin ailevi nedenlerle parisi ziyaret etmeleriyle başlıyor. Inez, çok güzel bir bayandır ve babasının işleri nedeniyle nişanlısıyla beraber parise gelmiştir; Gil ise kendini kiralık hollywood senaristi olarak görmesine rağmen kitap yazmak istemektedir ve yeni kitabının tutmasını arzu etmektedir. Fakat öylesine kaptırmıştır ki kendini bu işe; onunla hiç ilgilenmeyen, sağ görüşlü bir aileye mensup, lüks düşkünü ve şaşalı bir ailenin kızı olan nişanlısını bir kenara bırakıp paris sokaklarında yürüyüşlere çıkıyor. İşte bu yürüşlerden birinde karşısına eski bir taksi çıkıyor ve içindeki kişiler… İşte burada cümleyi bitirmek zorundayım; çünkü zamanda yolculuk yapıyor ve picasso, Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Salvador Dali gibi ünlü bir çok insan ile karşılaşıyor ve hatta yazacağı kitap hakkında bilgiler edinip, geçmişte yaşadıklarından elde ettiği tecrübelerle yeni kitabını şekillendiriyor. Her sabah uyandığında gerçek hayata dönmesi ve orada yaşananlarla filmin sonu bağlanıyor…
Film ülkemizde ne zaman vizyona girdi bilmiyorum fakat geleceğe dair maddi kaygılar içerisinde olan çiftlerin kesinlikle izlememesini öneriyorum. :) Çünkü film maddiyattan, günümüz klişelerinden uzak bir dünyada yaşayan mantıksal bir insanın yaşadıklarını anlatıyor. Evet; Fransanın turistik bölgelerini en ışık, en çekici ve en bilindik halleriyle görüyoruz ama Gil o kadar geçmişe bağlı ki; karısının kendini aldattığını düşündüğü Paul’un ” nostalji, zamanın reddidir. ” söylemine bile katılmıyor…
Geçmişi seven insanlar vardır ya da özleyen; ben bile geçmişi daha çok severim. Günümüzün bir çok sorunlarından bıkkınlıktan dolayı mı bilinmez ama geçmişle ilgili anlatılar her zaman ilgimi çekmiştir. Keşke diyor insan bu filmi izledikten sonra. :)
Daha önce barselona, barselona ve bir kaç tane daha şehirleri ön plana çıkartan film çeken woody allen in yönetmenliğinde tatlı, başarılı bir film izlerken; klişeleri kafaya takmadan güzel bir 1 saat 40 dk geçireceksiniz…
Oyunculuklardan ve mutlu sondan bahsetmiyorum; ama şunu demek isterdim: keşke gerçek ve yaşanmış bir hikaye olsaydı…. Ve tabii ki; filmdeki karakterin yazdığı kitabı okumak isterdim. :)
Benim puanım 10 üzerinden 8.
İyi seyirler…