Karakter analizlerine gelirsek eğer;
Jacques Reverdi; serbest dalışta dünya şampiyonu. Denizi seviyor. ‘Su’ kendini ölümsüz hissettiği bir alan. Romanda suyun yardımıyla bir çok yerde ‘kurtuluyor!’. Psikolojik sorunları olan biri fakat bunu dışarıya belli etmiyor: yakışıklı olması, atletik olması kadınların ilgisini her zaman çekiyor. Çocukken elde ettiği deneyimler, onun psikolojik analizini irdelerken en önemli ‘anlam’ yüklü anıları barındırıyor. Romanda 3 karakterin katili olarak görüyoruz onu fakat bir bölümde sayının ‘çok ama çok fazla’ olduğunu söylüyor. Tam bir psikopat. Hapishanede bile herkesin korkulu rüyası olmuş. Öldürme taktikleri ise ‘psikopatlık’ seviyesini gösterir nitelikte. Kıydığı canlara yaptığı işkenceler tam bir profesyonel işi. Tahrik olması da cabası.
Reverdi’nin romandaki bazı sözleri not edilebilecek türde, onlardan bazıları:
- Hiçbir şeyden pişmanlık duymamalısın: ASLA!
(avukatının kirli çamaşırlarını ortaya döktüğü zaman) - Gizlenen bir yara insanı güçsüz kılar. Benim yaram ne bir zayıflık ne de bir kusur.
- Bu bir güç işareti,herkes bunu görecek ve kabul edecek.
- Hataların senin bu dünyaya vurduğun damgandır.
(konuşmamasına kızan ve kendisini hapisten çıkarmasını sağlayacak sözler etmesini isteyen avukatına söylediği söz) - Ne kadar az gizlenirsen o kadar az görünürsün.
Marc Dupeyrat; bir gazeteci. Roman kurgusunun ana karakteri ve en sürpriz ismi. Bu yüzden ‘siyah kan’ yerine ‘siyah hat’ veya ‘siyah yol’ ismi kullanılsaydı kitap için; Marc ile daha uyumlu olabilirdi: çünkü çıktığı yolda kendinin ‘kara’ ve ‘korkunç’ halini buluyor bir nevi. Prenses Diana konusundaki kısmı oynadığı bölüm ise yazarın karakterine kendisinden aksettirdiği bir ‘gerçekler dizini’ olduğunu düşünüyorum; onun dışında kalan geçmişi ve psikolojik olarak ‘final bölümünde yaşadığı değişim’ Reverdi ile benzer.
Hatica; anladığımız kadarıyla çok güzel bir manken. Müslüman. Fakat Avrupa’da sanırım şöyle bir kanı var: müslümanlar fakir ve sürekli sorun içerisinde yaşayan bir topluluk. Haklılar da bu konuda! Hatica’nın ailesinde yaşadığı sorunlarla baş edip, mankenlik camiası içerisindeki ‘bozukluğu’ görmesine rağmen ‘en iyi’ olmak için çabalaması ise takdire şayan. Fakat Marc’ın kirli ve art niyetli oyununa ‘habersiz’ dahil olması, onun da sonu oldu diyebiliriz. Gerçek halini merak ettiğim tek karakterdi. : )
Bunun dışında Vincent gibi, Wang gibi veya hapishanedeki karakterler gibi yan rollerde oynayanlar var ama onların üstlerinde durmaya gerek yok. Kitap aslında Reverdi ile Marc arasında geçiyor; ortalarında ise Hatica kalıyor. Sona doğru Hatica gerçeği hissetse de (veya duygularında değişiklik olsa da) final yolunda bir bir her şey daha da netleşiyor ve bummmm. Romanın geçtiği coğrafyalar ise Malezya, Filipinler gibi güney asya ülkeleri ile Fransa (Paris) sayılabilir.
Sonuç olarak ‘Siyah Kan‘ cinayet romanları arasında kendisine önemli bir yer edinecek fakat kesinlikle kült olmayacak bir kitap. Grange’nin en iyi kitaplarından da değil; 1 yıl gibi ‘kısa’ sayılabilecek sürede yazılması da bunda etkili olabilir. Romanda grange, insanın cinayet güdüsünü irdeleyerek ‘insan neden öldürür’ sorusunu sorarak hareket etmiş bir nevi. Dolayısıyla marc dupeyrat, jacques reverdi, hatica ile ‘bol kanlı’ bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yüzden Siyah kan için ‘filmi çekilsin de ne olursa olsun’ tadında bir roman diyebiliriz.
Bir arkadaşım Siyah kan için şu sözleri söylemişti: ”2 günden fazla bir sürede bitirilen tek grangé kitabı. performans düşüklüğü tespit edilmiştir.”
Katılmamak elde değil. : )
İyi okumalar.