Elleri zincirlere bağlanmış şekilde, sırtına verilmiş ağır yükü dikenli otların bulunduğu yolda taşırken, baldırlarına vurulan kırbaçların da acısını hissediyordu. Bir kaç adım sonra beyni hangi duyguyu, hangi acıyı önemsemesi gerektiğini anlamaz hale gelmişti: saliseler içerisinde vücudunun farklı yerlerinden gelen duygu fırtınaları düzgün düşünmesine engel oluyordu.
Daha fazla dayanamadı ve dizlerinin üzerine yıkıldı. Ne yapıyordu böyle? Neden bu haldeydi? Burada işi neydi? Kırbaçlayan da kim oluyordu? Bana bu işkenceyi neden yapıyorlardı? Duygu fırtınalarının yerini artık beynindeki bu düşünce girdapları almıştı. Arkasına dönüp bakmak istedi, son gücü ve cesaretiyle… Sadece güneşin inanılmaz ışıkları altında bir el ve kırbacın ucunu görebildi. Gözleri kamaştığından ve istemsizce acıya hazırlanmak için elini kaldırdığından, başka bir şey göremedi. Ağzından çıkan ‘kimsin’ sözü de istemsizdi; ama kendinin bile zor duyduğu bu kelime yerine ulaşmıştı:
- Sus! Cezanı çekeceksin!
-
Neden, dedi adam… Yüzünde gücünün son damlalarını kullandığını belli eden yüz ifadesiyle.
-
Çünkü sen dünya malını seçtin. Nefsinin peşinden gittin. Seni seven kız için uğraşmadın. Kızı ağlattın, üzdün, bi’çare bıraktın!. Bunun acısını çekeceksin…
Bir kırbaç daha baldırlarına vurduğunda, artık acı yerine olanları düşünmeye çalıştı. Hiç bir fikri yoktu şuan yaşanılanlar için, kız kimdi onu bile bilmiyordu. Ama acı çekmek kelimesinden ve bir kırbacın daha üzerine doğru geldiğinden etkilenmiş olacak ki, yüzü daha da ekşidi ve istemsizce bağırdı; aynı anda kendinin bu haline şaşırarak:
- Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!!!!…..
…….
Ter su içerisinde uyanmış, ani hareketle yatağın kenarına oturmuştu. Bir kaç gündür aynı rüyayı görüyor, aynı şekilde uyanıyordu. Rüyaya anlam veremediği gibi, pek fazla rüya gören biri de değildi. Pencereden vuran güneş ışığının duvarda oluşturduğu ilginç gölgeye biraz odaklandıktan sonra, kafasında herhangi bir düşünce olmadan banyonun yolunu tuttu.
Aynadaki görüntüsüne biraz daha baktı; bugün onun için aslında diğer günler gibi sıradan bir gündü…
Yine kendine biçilmiş rolü oynayacak ve büyük olasılıkla alışkın olduğu son ile karşılaşacaktı. ”Olsun” bile demedi kendi kendine ya da omuz bile kıvırmadı; çünkü biliyordu: bunu eninde sonunda yapması gerekiyordu.
…….
Tam zamanında görüşecekleri yere gelmişti. Boş bankın en ucuna oturmuş, gelirken bir yaprağın üzerinde görüp aldığı uğur böceğini ise hemen yanındaki çiçeklerin üstüne koymuştu. Her an uçmasını bekliyordu, ara sıra ona göz gezdiriyordu ama gitmedi uğur böceği; beraber denizin kayalıkları dövüşünü seyre daldılar. Tam, denizden kayaya çıkan bir kaplumbağayı heyecanla seyre dalmışlardı ki; kız geldi:
- Selam, çok bekletmedim umarım.
-
Yok, bekletmedin. Kaplumbağa bile senden önce geliyordu az kalsın, baksana…
İkisi de gülümseyerek kaplumbağaya baktılar. Kız, yanında ki bu erkeğin her cümlesinde ders verir gibi laf sokmasına alışamamasına şaşırmıştı yine.
- Yine lafını koydun.
-
Yine sen anlamak istediğin gibi anladın… dedi adam, daha da içten gülümseyerek…
-
Senin bu haline bir türlü alışamadım.
-
Çevrendeki insanlar…. Kız, eliyle erkeğin ağzını kapayıp, konuşmasını yarıda kestirdi.
-
Ne olur yine başlama. Çevremdeki insanların sahte duygularla yanımda oldukları hakkında nutuk atma. Haklı olduğunu görmek bana acı veriyor zaten yeterince…
-
Ve bana inanmak istemiyorsun.
-
Üzgünüm, evet…
-
Yine de bana bir teşekkür borçlusu, dedi adam: hınzırca gülümseyerek.
Kadın, düşünceli gözlerle denize baktı. Bu adama bir türlü inanamıyordu. İçindeki şeytan, onun hakkında hep farklı farklı sorular çıkartıyordu ortaya. Yanındaki adam, çok doğaldı ve netti. Gereksiz yere iltifatlarda bulunmuyordu. Yalandan konuşmuyordu. Verecek cevabı varsa, esirgemiyordu. Her şeyi ayrıntılı anlatıyordu, aynen ders verir gibi… Ve en önemlisi, duygularını çok iyi belli ediyordu: hiç saklamıyordu…
- Olduğum gibiyim yani.
Kadın bir an afalladı, nasıl oldu da düşüncelerini anlayabilmişti?
- Ne, ne, ne demek istedin??? Cümleyi zar zor kurabilmişti.
-
Yanıma ilk oturduğunda, gözlerine baktım. Bir çok şeyi anlamam için bu yeterliydi. Kendi içinde bir çok soruya cevaplar arıyorsun, buluyorsun da… Ama bulduğun her cevap, yeni bir soruya gebe kalıyor. Artık bırak! Bulduğun cevapların, doğruların peşinden gitmemek için yeni sorular oluşturmayı bırak! Kendi girdabında kendini boğuyorsun, farkında değilsin!
-
Bilmiyorum, dedi kadın. Adamın gözlerine bakmak istemedi, anlar diye… Başını önüne eğdiğinde, aslında adamın ne kadar doğru konuştuğunu biliyordu. Kendini çok iyi özetlemişti. Ama bu doğrular ona acı veriyordu, gözlerini sıktı yine acı içinde… Sanki adam onu yine anlamış gibi konuştu:
-
Yalanların ve sahteliklerin içinde yaşadığın için bu tip şeyler sana acı veriyor olmalı. Alıştın çünkü! Oyunlar oynamak, yalandan sözlerle avunmak sana yetiyordu. Seni anlamaya çalışıyorum ama yapamıyorum. Zaten bu yüzden senden kopamıyorum, sana kızamıyorum, sana hak veriyorum…
-
İyi ki benim gibi, bizim gibi değilsin, dedi kadın; gözleri nemlenmişti. Asıl olması gerektiği karakteri, böyle zamanlarda görüyordu. İçinde özü, dışa vuruyordu…
-
Seni tanıdığım ilk gün, dedi adam, bana söylediklerinin aslında yalan olduğunu biliyordum. İstanbulda doğmuş, büyümüştün. Aşık olduğum şehirin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Güzeldin ve çevrende hep yalakalık edip, seni elde etmek isteyen, yanında görmek isteyen kızlar ve erkekler vardı. Benim tiksinerek baktığım bu zor yaşamı sen gerçekte yaşıyordun. Ama karşıma çıktığında, bana söylediğin her şey yalandı; biliyordum. Aslında sen olduğun kişiyi değil, olmak isteyip de olamayacağın kişiyi bana anlatıyordun. İyi bir aile, iyi bir eş, paraya önem vermemek gibi söylediğin şeylerin yalan olduğunu biliyordum. Hatta ‘tam evlenilecek adamsın’ lafın bile yalandı. Çünkü, senin düşüncelerin nefsinden daha önemsizdi. Ama sen inanmak nedir bilir misin? Ben sana inandım be kızım! Okyanustaki bir damlaydın sen. Kaşına, gözüne vurulmadım ben… Sözlerine, seni sen yapan düşüncelerine inandım ben…
-
Sus, dedi kadın; yanaklarından aşağı süzülen yaşlar ne kadar acı çektiğini gösteriyordu.
-
Halbuki ben senin mutluluktan ağlamanı hayal etmiştim, dedi adam; onunda sesi çatallaşmıştı.
Bir süre ikiside başları önlerinde, kendi düşüncelerine dalıp gittiler. İkisi de konuşmak, ikisi de bir olmak istiyordu. Ama kendi ördükleri engeller, onları yerlerine mıhlamış gibiydi. Adam, hemen sağlarında kalan ağacın arkasında bir karartı gördü. Göz bebekleri büyüdü ve hemen karar vermesi gerektiğini anladı. Ayağa kalktı, denize biraz daha yaklaştı. Arkası kıza dönükken:
- Beni kabul etmeyeceğini biliyordum.
-
Ben bir şey bilmiyorum. Neden böyleyim bilmiyorum.
Adam, ağacın arkasındaki gölgeye sinirli bir bakış attıktan sonra:
- Ben kararımı verdim. Arkadaş çevren, para, mülk, ailen.. Hiç biri önemli değil. Bir tastan yemek yemeği bile göze alıyorum seninle. Sadece seni seveceğime ve ölünceye kadar senin olacağıma söz veriyorum.
-
Yapamıyorum.
-
Yapabilirsin, gerçeği biliyorsun!
-
Ama isteyemiyorum..
-
Dene…
-
Ailem??
-
Onları ikna ederim.
-
Arkadaş çevrem??
-
Onların yanında istediğin gibi durabilirim.
-
Para??
-
Yetmez senin yaşantına belki ama ailemizi ayakta tutacak kadar kazanırım.
-
Ama yine de isteyemiyorum.
-
Ne istiyorsun peki?
Kadın, ayağa kalkıp adama arkasından sarıldı. Cevap veremiyordu. Hıçkırık seslerini bastıran denizin dalgalarına odaklandılar yine bir süre. Kadın sanki ayaklarından zincirle bağlanmış bir şekilde, bir türlü bu adama ulaşamamasını anlayamıyordu. Yıllardır beklediği erkek tipine uygundu; yakışıklı değildi belki de ama hali vakti yerindeydi. Ve bir çok kadının isteyeceği şekilde ona sadık olacağını ve seveceğini biliyordu. Hatta buna kendinden bile daha fazla emindi. Ama hala o kırmızı çizginin öte tarafına geçemiyordu. Aslında ne ailesi ne de arkadaşları önemli değildi. O da, aynı en yakın kız arkadaşı gibi mutlu bir evlilik yapmak istiyordu. Yıllar önce arkadaşı evlendikten sonra, onlara bir ziyarete gitmişti. Kız zengin, kocası ise fakir bir işçiydi. Ama evlilikleri çok iyi gidiyordu. Ellerine çocuklarını aldıklarında, gözlerindeki mutluluğu o da görmüş ve ”ben de böyle bir erkekle evleneceğim ve mutlu olacağım” demişti. Ama şuan dünya malı olan her türlü maddi şey, bu sarıldığı ve güvendiği erkekten onu uzak tutuyordu.. Bir an ölmeyi diledi.
Adam, artık sabırsızlanıyordu. Yüzünü kadına döndüğünde, kadının gözleri korkudan büyümüştü: adam, dudaklarını ısırmaktan kanatmıştı. Biraz bekledikten sonra adam, kanlı dudaklarının içinden bembeyaz dişlerini gösterip gülümsedi; bir elini ceketinin cebine sokup eline siyah bir kutu aldı ve her kadının duymak istediği o sözü söyledi:
- Benimle evlenir misin?
….
Bölüm sonu