Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin
  1. Anasayfa
  2. Kitap İncelemesi

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin

0

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitap 1912-1915 yılları arasında Balkan Savaşı’nda bulunmuş ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda askeri eğitmen olarak çalışmış bir Alman subayı olan Franz Carl Endres tarafından kaleme alınan araştırma – inceleme – tarih – anı türlerinde nitelendirebileceğimiz, aynı zamanda tarihimizin bir kısmının anlatıldığı bir eser. Güray Beken tarafından dilimize çevrilen eserin üst başlığı ise “Demir Haç Altında 1914 – 1918” şeklinde belirlenmiş. Haziran 2018 tarihli 1. baskısının elimde yer aldığı eseri okuyucuyla Puslu Yayıncılık buluşturmuş. Hali hazırda bu yazıyı hazırlarken yayınevinin sitesinden kitabı yaklaşık 60 TL gibi bir fiyata satın alabiliyordunuz.

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabı elime alıp, sayfalarını çevirirken orijinal baskısına ait kapak görsellerinden iki tanesini gördükten sonra içindekiler kısmından, 2 farklı bölüm halinde metinlerin bizleri beklediğini öğreniyoruz. Önsöz kısmında kitabın çevirmeni tarafından yazar hakkında kısa bilgiler verilerek “1920’de Münih mason locasına girmiş … Alman mason locasının yüksek makamında bulunmuştur.” (s. 9) gibi ayrıntılara yer verilmişti. Yahudi olmasından dolayı Hitler’in zulmünden kaçamamış, “1920’li yılların başında ‘Almanya’nın Trajedisi’ adlı kitabını yayınlamış. Kitapta 1. Dünya savaşı sırasında Almanya’da politika üzerine düşüncelerini açıklamıştır. (Nazi rejimi bu kitabı daha sonraları endeksten çıkarmıştır.) Bu ona çok eleştiri ve düşman yaratmış, 1926’da İsviçre’ye göç etmek zorunda kalmıştır.” (s.10) cümlesinden anlaşıldığı üzere yurtdışına yerleşmiş ve kutsal bilgi kaynağı Google’dan öğrendiğimiz üzere yurt dışında hayatını kaybetmiştir.

Kitap İncelemesi: Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin

Çevirmen Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitap hakkında bilgiler verdiği bu ilk bölümde özellikle yazarın kitapta aktardığı dönemi vurgulamak istemiş ve “Kitabın yazıldığı tarih 1918’dir. Yani Atatürk’ün Samsun’a ayak basmasından altı ay öncesini yansıtan durumdur.” (s. 11) sözlerini kullanmıştır. Çevirmen bu cümlesiyle Atatürk’ün Samsun’a ayak basmasıyla hareketlenen Kurtuluş mücadelesinin öncesinin özetinin yer aldığına dikkat çekmek istedi diye düşünüyorum: zaten kitabı okuduktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki siyasî, iktisadî, kültürel ve demografik yapısı üzerine tespit ve değerlendirmeler içerdiğini görüyoruz. Yine de yazarımızın bazı bölümlerde Osmanlı ordusunu yererek elde edilen tüm başarıları Alman ordusuna mal etmeye çalışması gibi objektiflikten uzak yorumlarına da şahit oluyoruz. Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabının dönem tarihine vakıf biri tarafından daha iyi irdeleneceğine de eminim.

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitapta yazarın Osmanlı’nın dönem şartlarının röntgenini çektiğini söylemek yanlış olmaz. 1. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı’nın son durumunu iyice özetledikten sonra koşulların ne kadar zor olduğuna değinen yazar özellikle demiryolu ağının yetersizliğine dikkat çekerek “Bu koşullar Osmanlı’nın etkili olması gereken savunmasını engelledi ve birliklerin imparatorluk içinde süratle kaydırılmasını imkânsız kılıyordu. Aynı şekilde Kafkasya’ya Mısır’a veya İran’a karşı saldırma düşüncesine yer yoktu. Eğer bu üç karar da gerçekten savaş sırasında verildiyse, bu kararı verenlerin işlerini iyi bilmediklerini gösterir.” (s.14) tespitine yer veriyordu. Bu da akıllara şu soruyu getiriyordu: zamanında demiryolları tam olarak yapılsaydı ve özellikle doğu bölgesinde yeterince olsaydı, başarılı olabilir miydik?

Yazarımız Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabında “Askerden kaçmak isteyenler, firar olsun, doktorlara ve makamlara rüşvet yoluyla olsun, bunu yapıyorlardı.” (s.15) ifadesine yer vererek savaş dönemindeki bir diğer soruna yer veriyor (ki sonrasında asker kaçakları için firariler kanunu ve istiklal mahkemeleri kurulduğunu biliyoruz) ve “Anadolu’da eşkıyalık yapan yaklaşık yarım milyon firari asker ortalığı kırıp geçiriyordu.” (s.16) sözleriyle durumun vahametini gözler önüne seriyordu. Enver Paşa ve ekibi konusunda eser boyunca neredeyse olumlu hiçbir şey söylemeyen yazar “Enver Paşa’nın ordunun gücü hakkında verdiği ve bizim de iyi niyetle inandığımız rakamlar çok abartılıydı.” (s.16) sözleriyle de bir nevi kandırıldıklarını ima ediyordu! Bu rakamların doğru olup olmadığını dönem tarihi konusunda bilgisi olanlar daha iyi irdeleyecektir diye düşünüyorum.

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabımızın bu ilk bölümünde coğrafi ve askeri koşulları irdeleyen yazar, Araplar ile Osmanlı arasındaki ilişki üzerinde de durmayı ihmal etmemişti: “Arap’ın doğuştan gelen para hırsı onu yıllardan beri İngiliz kışkırtmacılığına kurban etmiştir. Gerek Abdülhamid’in gerekse Gençtürklerin Arap sorununu beceriksizliğe kaba kuvvetle çözmeye çalışmaları düşmanlığı körüklemiş. …” (s. 16 – 17) sözlerine yer veren yazar “Savaşın başında yaklaşık 21 milyon olan toplam nüfustan tahminen dokuz milyonu Osmanlı’nın milli politikasına ve ordusuna destek veriyordu. 12 milyon nüfusun ağırlıklı kısmı hükümete karşı kayıtsız kalmış, geri kalanda düşmanca tavır almıştı.” (s. 18) diyerek hem Arap halkı tarafından destek görmeyen (ki İngilizler ile müttefik oldular) hem de insan gücü açısından yetersiz kalan Osmanlı’nın durumunun ne kadar kötü olduğunu dile getirmiştir.

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitapta yazar dediğim gibi Enver Paşa’ya karşı oldukça sert yorumlarda bulunmaya devam etmişti: “Alman tarafının Enver Paşa’ya Kafkasya’ya rağmen, Erzurum’da zayıf Rus öncü birliklerinin1914 Kasım’ında Köprüköy’de geri püskürtülmesinden sonra, saldırı askeri yönden yeteneksiz Osmanlı Serdar-ı Ekremi tarafından başlatıldı. Türk tarafı bunu büyük başarı olarak gördü.” (s. 22) diyen yazar Çanakkale cephesinde yaşananlar konusunda ise İtilaf devletlerinin çabalarını da sanki onlardan biriymiş gibi, onlar adına düşünerek eleştirmeyi tercih etmişti. Bu gerçekten garipti… Başarısız olan İtilaf devletlerinin neden başarısız olduğunu uzun uzadıya irdeleyen yazar, tespitlerini “İtilaf Devleti’nin operasyonlarının stratejik olarak çok kötü yapılması, madden zayıf gücüne rağmen başarı kazanması, o derece şaşırtıcıdır.” (s. 24) sözleriyle açıkça da dile getirmişti.

Çanakkale cephesinde İtilaf kuvvetlerinin yapmış olduğu saldırılar konusunda yazar “Bu arada bütün imkanlar arasında en az ümit veren planı uygulamaya başladılar. Dar Gelibolu yarımadasına çıktılar, burada üstün kuvvetlerini açıp kuzeye doğru çıkamadılar. Çünkü, burada, yarımadanın karayla bağlandığı yer o kadar dardır ki, kolaylıkla kapatılabilir. … İtilaf Devletleri için Anadolu’da karaya çıkmak, burada geniş bir üs kurmak ve buradan çıkarak planlı bir kara operasyonu içinde İstanbul’a ilerlemek çok daha yararlı olurdu. Bu operasyonun bir yan başarısı da Çanakkale’nin düşmesi olacaktı. Türk tarafı bu operasyondan korkuyordu ve buna karşı direnecek yeterli kuvvet koyamayacaklardı. İtilaf Devletleri’nin bu operasyonu yapmaması Türkler için büyük ve hak edilmemiş bir şanstı.” (s.25) sözleriyle Türk ordusunun Çanakkale’deki başarısının aslında İtilaf kuvvetlerinin yanlış planlarının sonucu olduğunu iddia ediyordu.

Çok ciddi bir iddiaydı… Bu iddia akademik camiada ne kadar tartışıldı, bilemiyorum.

Çanakkale cephesi konusunda Türk ordusunun başarısını adeta tesadüf olarak gören yazar Alman ordusu ekipmanlarının başarılarını ise neredeyse göklere çıkaracaktı: “Türkler burada ilk defa el bombalarıyla tanıştı ve bunları bayağı beceriyle kullandılar. Nihayet Alman denizaltıları düşman tarafından dikkatle korunan Cebelitarık Boğazı’ndan geçerek romantik bir yolculuktan sonra Çanakkale önüne geldi. İngiliz zırhlısı ‘Triumph’ bu sürprizin ilk kurbanı oldu, başka iki büyük harp gemisi de onu takip etti.” (s.27). Her şeyi Almanlar başardı zaten. : ) Devamında Türk ordu yönetiminin Alman Otto Liman von Sanders tarafından verilen talimatları (kitapta Liman paşa olarak geçiyor) yerine getirmekte hızlı hareket etmediğini, İstanbul’daki makamlardan gizli talimatlar aldıkları yönünde ihtimalleri de ortaya atarak (belki de iftira atıyor yazar) Almanları haksızlık yapıldığını iddia eden cümleler kullanıyordu. Alman tarafgirliği çok barizdi…

Yazar kitapta Alman tarafını oldukça göklere çıkardı

Bu arada Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabın yazarının Çanakkale cephesini anlatırken kurduğu “Fakat kuzeyde karaya çıkan iki grubun umduğu birleşme akamete uğramıştı, çünkü Anafarta grubu Türklerin iyi korudukları tepe pozisyonlarını zapt edemiyorlardı. (Oradaki Türk birlikleri Atatürk tarafından yönetilmiyor muydu? G.B)” (s. 28) cümlesinde olduğu gibi Mustafa Kemal’in başarılı olduğu bilinen yerler konusunda hemen açıklama yapmaya gayret eden bir çevirmen de görüyoruz karşımızda: tamam, yazar taraflı bir eser dile getirmiş olabilir ancak çevirmen de savunma amaçlı girişimlerinde resmen torpil geçiyordu. Çevirmenin de en az yazar kadar taraflı hareket ettiğini söylemek mümkün (bu arada yukarıdaki paragrafta gördüğünüz gibi çevirilerde de bazı sıkıntılar var, bazı yerlerde cümleler düşük kalmış).

Yazarımız Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabında Çanakkale cephesi hakkında oldukça fazla yorumda bulundu. Sanırım, Türk ordusunun en büyük başarısının yaşandığı bu cephedeki başarının Alman eseri olduğu konusunda bir saplantısı vardı, bunu da: “Savunma kalitesi hakkında hüküm verirken, Türklerin stratejik yönetiminin münhasıran General Liman’ın hizmeti olduğu ifade edilmelidir. Türk orta yönetimi kötüydü, bütün eylemin müstahkem çatısını oluşturan topçu savunması yönetiminden başlayarak alta doğru, top nişancı erine kadar Almanların elindeydi. İngilizlerin çekilmesinden sonra İstanbul coşkun kutlamalarla kendini yorarken o zamanlar Türk çevrelerinde başkentin kuruluşunun yalnız Almanların azim ve gayretine (Tatkraft) borçlu olunduğu unutuluyordu.” (s. 29) cümlesiyle bölümün sonunda özetleme gereği duydu.

Devamında yazar Kût’ül-Amâre zaferin de aslında bir Alman zaferi olduğunu dile getirmiş, “Bereket versin, v.d. Golz Osmanlı paşalarına karmaşık operasyon düşüncelerine karşılık doğru amacını kabul ettirdi. Parlak fikirleri gerçekleşmeye doğru yol aldığı sırada lekeli hummadan öldü. Birliklerinin Townshend’i ve 10 000 İngiliz’i 26 Nisan’da esir aldığı zafer, görememesine rağmen tamamen onun zaferiydi.” (s. 32) sözleriyle Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa’nın İngiliz tarihçileri tarafından kendi tarihlerinin en büyük askeri hezimeti olarak değerlendirilen Kût’ül-Amâre zaferinin asıl mimarı olduğunu dile getirmiştir. Evet, gördüğünüz gibi Alman reklamlarını izliyoruz. : )

Yazar, milliyetçilik konusunda gösterdiği çaba ile takdire şayan olabilir ancak bu kadar bir tarafı yüceltip, diğer tarafı yerlerde süründürmenin ne gereği var? O zaman kocaman savaşı da Osmanlı değil, Almanya kaybetti diyelim, Osmanlı yönetiminin suçu yok diyelim? Bu kolaycılığa kaçmak olmaz mı? Devam edelim…

Osmanlı ordusunu sadece bir bölümde övdü o da ucundan!

Yazarın kitapta Türk ordusunu övdüğü ender satırlar, Erzurum’da yaşanan kargaşayı anlattığı 4. bölümde yer alıyordu.

Yazar bu kısımda “Çatalca hatlarını 1912’de mükemmel savunan İzzet Paşa ve Vehib Paşa bu orduların her birinin komutanlıklarını aldılar, İzzet ilaveten üst komutayı da aldı ve titiz defansla, Sivas – Harput – Diyarbakır çizgisine taarruz etmek isteyen Rusların ilerlemelerini genelde engellediler.” (s. 35) ifadeleriyle ilk defa Osmanlı subaylarını övme cüreti göstermiş, biz okuyucuları şaşırtmıştı! Ancak devamında kurduğu “Filistin’de bir ordu kurulmuştu ve başına da Enver Paşa’nın İstanbul yerine burada görmek isteyeceği eski Osmanlı denizcilik bakanı Cemal Paşa getirilmişti. Cemal askerlikten hiç anlamazdı, ama politikada ihtiraslıydı ve komutaya atanmasından birkaç hafta sonra kendisinin Suriye’nin taçsız kralı olduğunu söylüyordu.” (s. 43) cümlesiyle okuyucu da kazandırdığı intiba yine eski haline dönüyordu.

Almanlar güzel, bizler kötü! Hadi canım!

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin kitabı kapak fotoğrafı ve kısa bir yorum.

Cemal Paşa hakkında öznel yorumlarına yer veren yazar, yine şaşırtıcı bir şekilde onun yerine yapılan atamayı da “Cemal Paşa’nın alınması şüphesiz ne kadar doğruysa, onun yerine Falkenhayn’ı sürmek de o kadar yanlıştı. Falkenhein şark’ı tanımazdı ve şarka tamamen yabancı bir adamın orada hemen operasyonlar yapması mümkün değildir.” (s. 47) sözleriyle eleştirmekten geri durmadı. Yine de yazarın yer yer objektif kalmaya çalıştığını hissettiren cümleleri olduğu da bir gerçek: “Farklı İngiliz ve Rus çıkarları zayıf Osmanlı’ya gerçekten çok büyük askeri yarar sağlamıştır.” (s. 52) cümlesi gibi Almanları ilgilendirmeyen konularda daha objektif olduğunu gösteren cümlelerle karşılaşıyorduk, bu bir gerçek.

Yazarın kitapta kullandığı “Alkolü yalnız eğitimli Türkler veya kendilerini eğitimli görenler ölçüsüzce içer.” (s.19) ve “Bu halifelik en başta Araplardaydı ve bir zamanlar muzaffer Türkler tarafından Araplardan zorla alınmıştı.” (s.61) sözlerinin tamamen tartışma çıkarma amaçlı, içi doldurulmayan, tepki çekeceği belli cümleler olduğunu söylemek lazım. Yazarın satır aralarına yerleştirdiği bu cümlelerin öznel yorumlar olduğunu görüyoruz. Konuyla alakasız; cevap verme gereği bile duyulmayacak cümleler bunlar… Kitabın objektifliğini yerle yeksan ediyor maalesef. Kaldı ki yukarıda kitabın objektif olmadığını söylemiştim.

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitabımız adı üstünde; Filistin’de yaşananları daha çok anlatmasını bekliyordum. Mezopotamya ve çevresinde yaşananlar üzerinde duran yazar Çanakkale ve Kafkasya cephesinde yaşananlardan da bahsetmekten geri durmamıştı. Eserinin 9. bölümünde artık daha derinlemesine Filistin konusunu irdelemeye başladığını görüyoruz. Yazarın bu bölümde “FİLİSTİN’DE YAHUDİ YERLEŞİMİN DESTEKLENMESİ İÇİN ALMAN KOMİTESİNİN YAZILARI” başlığı altında yaptığı paylaşımı “Konferans ilk defa Münih’te 22 Mart 1918’de ‘1873 Tüccar Odasında’ verilmiştir.” (s.77) sözleriyle bir konferansta dile getirdiğini öğreniyoruz. Bu konuşmanın içeriğinin de “Osmanlı’nın parçası olarak Filistin’in ekonomik önemi” cümlesinden ekonomi ağırlıklı olduğunu görüyoruz.

Bu 2. bölümde katılımcıların listesine de yer veriliyor. Yazar ekonomik etkinlik konusunda Osmanlı’nın bazı hamlelerini “Osmanlı hükümeti St. Stefano’da (Yeşilköy) büyük modern bir liman planlıyor. Fakat bu planlar hakkında hüküm verirken, Doğu’da hiçbir zaman pratikte gerçekleşmemiş çok fazla projenin kâğıt üzerinde kaldığını unutmamalıyız.” (s. 83) sözleriyle eleştirirken “Genel olarak Osmanlı’daki bütün reformlar teoride kalmıştır. Küçük pratik hamlelerden tekrar yılgınlıkla vazgeçilmekte, sürekli, yaratıcılığı olmayan büyük rüyalar görülmektedir.” (s. 91) tespitini de paylaşıyoruz. Yazar dönem coğrafyası üzerinden “Beyrut, Hayfa ve Yafa, yani Filistin’in deniz şehirlerinin gelişme kapasitesi vardır.” (s. 84) şeklinde bir çıkarım da bulunuyor ki günümüzde özellikle Beyrut’un önemli bir kapasitesi olduğunu söylemek lazım ancak Beyrut günümüzde Lübnan’a bağlı.

Yazarın sadece askeri alanda değil, ekonomi alanında da Osmanlı’nın röntgenini çektiğini söylemek lazım: “Ülke yönetiminde her bireye yaratıcılık mutluluğu ve mal mülk güvencesi garanti edecek istikrarı sağlamak için memur sınıfı yeniden organize edilmelidir. Vergiler hakkaniyete uygun dağıtılmalı ve çalınmadan toplanmalıdır. Memur halkın düşmanı değil, onun dürüst ve sözlü dostu olmalıdır.” (s.92) sözleriyle dönem şartlarını özetleyen yazar, önerilerde de bulunuyor ve bu önerileri gerçekten mantıklı. Uygulansa neler olurdu, kim bilir? Peki bu reform hareketi neden yapılamadı?

Çünkü diyor yazar: “Rahatlığa yatkın, uyuşukluk bağımlılığı, kendini ve başkalarını salıvermek bütün reformları zorlaştırıyor ve Osmanlı’yı dünya piyasasına sürükleyen ve bu amaçla güçlü üreten bir halk olmasını da engelliyor.” (s.95). Peki, bu engelden nasıl kurtulabiliriz? “Osmanlı’nın gençleri reformist yetiştirilmelidir. Türk çocuğuna, keyif içinde, kendinden memnun, fikren düzeysiz bir sükûnet içindeki bir halkın, takır takır işleyen makinalarıyla, bütün insan emeğini sömüren, planlı ve kaya gibi sert çalışmayı amaç edinen Batı dünyasıyla karşı karşıya kalınca gerek dostane (ekonomik) veya gerek düşmanca (askeri) ilişkide mahvolacağı açıkça izah edilmelidir.” (s.95). Görüyorsunuz yazar ekonomik anlamda Osmanlı’nın güçlenmesini çok ama çok istiyor. Çünkü dönemindeki nüfusuyla büyük devletler içinde iyi bir pazar ve bu pazarın ekonomik anlamda iyi olması, onlar içinde önemli.

Son tahlilde Filistin’in önemine işaret eden yazar çok sevdiğim bir cümle ile konuyu noktalıyor: “Eğer İngiltere’nin eline geçmezse, Filistin bizim için ancak politik – ekonomik bir rol oynayabilir. Fakat böyle kalmazsa, Yahudilere ait olması gereken bütün kültürel ve idari bağımsızlığa rağmen Türk kalmalıdır.” (s. 99 – 100) diyen yazar, Filistin’in neden İngilizlerin olmamasını söylüyor ve bazı eksikliklere rağmen bu bölgenin Türklerde kalması gerektiğini vurguluyor. Yani bir Alman politikası olarak Filistin’in Türklerde kalmasının, menfaatlerine uygun olduğunu söylemesine rağmen satır arasına eklediği “Yahudilere ait olması gereken…” cümlesiyle bu bölgenin Yahudiler için önemini de dile getirmiş oluyor.

Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitapta anlamını tam olarak bilemediğim iki kelime ile karşılaştım: Namzed (bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi, sözlü anlamları vardır) ile nötralite (tarafsız, hiçbir özelliği olmayan, nötr anlamlarına gelir) kelimeleri. Bunun dışında çeviriden kaynaklı olduğunu düşündüğüm bazı cümle hataları ve devrik cümlelerin de yer aldığını söylemek lazım. Yine de kendi adıma okuma anlamı konusunda akıcı bir şekilde ilerlediğimi söyleyebilmek isterdim: ancak yer yer sıkıcı geldiğini, bazı bölümlerin ağır bir dille yazıldığını eklemek lazım.

Peki: Neden bu kitabı okudum? Çünkü dönemi farklı bir ağızdan dinlemek istedim. Neden beğenmedim? Çok fazla öznel yorum, tartışma amaçlı cümle vardı. Bazı kısımları neden önemli? Çünkü dönemin şartlarını anlatıyor, bazı bilinmeyenlere yer veriyor ve her şeyden önemlisi Osmanlı ve ordusu hakkında tespit ve önerileri içeriyor. Farklı bir bakış açısı diyebiliriz. Dönemi merak eden veya akademik olarak çalışanların mutlaka okuması gereken bir eser.

Yapay zeka tarafından oluşturulan kitap hakkındaki cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum:

In the book Osmanlı ve Filistin during the World War, Liman Pasha failed to successfully repel the enemy’s landing and the indecisiveness of the Turkish leadership hindered their ability to swiftly assess the situation and intervene effectively without waiting for orders. It is also possible that the Turkish division commanders had received secret instructions from the highest military authorities in Istanbul to not comply with the orders of the German commander who desired more than just passive defense. These underlined sentences shed a different perspective on the period, making it a must-read for those interested in the era or engaged in academic research.

YAPAY ZEKA
Dünya Savaşında Osmanlı ve Filistin adlı kitapta yer alan bazı cümlelerin altını çizmiştim, onları da sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Bütün Dünya Savaşı esnasında kapalı Alman birlik bölümlerinin gönderilmesine karşı direnen Osmanlı, Türk ordularının kendi kötü yönetimiyle mahvolmasından sonra, Almanya’nın son dakikada kurtarıcı olarak ortaya çıkmasını isteyemezdi.” (s. 65)

“Ve şimdi, evvelce, Sırbistan’ı yendiğimiz zaman Selanik Ordusu’nu Balkanlar’dan süpürmediğimiz için intikam alınıyordu. O zamanlar bu, o kadar zor olmayacaktı, Yunanistan’ın İtilaf Devletlerine bağlanmasını tahminen engelleyecek, Bulgar kuvvetlerini diğer cepheler için serbest bıraktırabilecekti ve Almanya’nın yıkıldığı o hassas noktayı sürekli güven altına alacaktı.” (s. 66)

“Açıkça itiraf edelim, şunu bilelim ki, Dahiliyenin yıkılışının ve dışarıya karşı itibarımızın kaybolmasının sebebi bizim kötü yönetimimizdir.” (s. 69)

“Yani Wilson milliyetler prensibine göre küçültülen Osmanlı için sadece, Balıkesir – Konya – Kayseri – Bursa – Amasya – Samsun havalisini dolduran ve başkent olarak Bursa, Konya veya Ankara’yı seçebilecek oldukça küçük bir ülke kalabilir.” (s.70)

“Suriye dünyası onlu yıllardan beri duygularında ve kültüründe Osmanlı Türkiye’sine ait değil. Halk Araplaştırılmıştır, kültür taşıyıcıları tamamen Fransız etkisindedir. Gelecekte de İngiltere ve Fransa’nın Suriye üzerinde nasıl anlaşacakları ilgisiyle takip edilecek bir sorundur. Eğer bir iddiadan bahsedilecek olursa, o zaman Fransa’nın Suriye ve Filistin üzerindeki kültürel iddiası İngiltere’nin hak iddiasıyla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Buna karşılık İngiltere’nin Kudüs – Şam üzerinde emperyalist iddiası Mısır’ın Hindistan’la kara bağlantısını çıkarı açısından tamamen anlaşılabilir.” (s.70)

Yine, İngiliz politikasını tanıyan herkes, bu rekabet içinde kültürel iddiası ile daha kısasını çekeceği ve eğer hemen de olmazsa, kısa veya uzun süre sonra Suriye için herhangi bir şekilde “tazmin” ettireceğini, anlayabilir. Arabistan en iyi koşulda İngiliz kontrolü altında sahte bir bağımsızlık alacaktır. Arabistan, ileride kıyılarında organizasyonunun mal olduğu parayı verimli olarak şekillendirebilmesi için çok fazla büyüktür ve çöldür.” (s.70)

“İngiltere Bağdat ve Basra ile Mezopotamya’yı Basra körfezindeki politikası itibarıyla ve üzerindeki planlarıyla kendisi için talep edecektir.” (s.71)

“Osmanlı, Selçukların ve Ertuğrul’un kavimlerinden bir asker devlete yükselişinden daha da hızlı, devlet olarak tekrar yok olup, küçük bir sultanlık olacak, birkaç on yıl sefil bir varlık sürdürdükten sonra, mali sıkıntılar veya başka ihtiyaçlardan, İngiltere tarafından yönetilme, yani ele geçirilme arzusunu ifade edecek, İngiltere’de bu fırsatı kaçırmayacaktır. … Fakat her halde, batı Anadolu’nun yurtlarına bağlantı kuran Rumlara benzemeyen oryantal halklar veya Ermeniler gibi üstün bir kültüre sahip olanlar, özel bir devlet kurmak için, onları yönetmesi ve yüzyıllarca süren, halkları içgüdülerine kadar çürüten kötü yönetimden sonra adaletle yöneten güçlü bir el için harekete geçeceklerdir.” (s.71)

“İslam dünyası yegâne devlet merkezini kaybetmiş. … İslam dünyasının içine düştüğü korkunç krizin çözümü, İslamiyet’in kimliğine uygun şekilde sadece dini alanda olabilir.” (s. 71 – 72)

“Yalnız Celal Nuri çok haklı bir uyarıyı eklemeyi unuttu: ‘Sermayenizi ülke içinde çalıştırın.’ Yani zengin Türklerin paralarını yurtdışında yatırmakta oldukları eskiden beri bilinir, öyle ki, yurtiçinde hiçbir hisse senedi kapatılamıyor-savaşta bile.” (s.92)

“Osmanlı’daki büyük arazi sahiplerinde çiftliklerini kendilerinin işletmeme eğilimi var. Çiftlikler para veya kira kontratında hasadın bir kısmıyla ödenme şartı ile kiralanıyor. Bu sistem kiralayanın yoksulluğu halinde ağır ağır yıkıma sürüklüyor. Bu görüntüyü eski rejimde Fransız toprak asillerinde de görebiliriz. O mutlakiyetçi yönetim şekline ve egemenlik, kültür ve ülkenin başkentindeki cemiyetin güçlü bir merkezileşme hadisesiyle sıkı sıkıya bağlıdır.” (s. 93)

“Filistin’de Siyonistlerin faaliyetleri sayesinde artık bir iyileşme sağlayabilir. Bu Türkler bu Yahudi göçünü bütün imkanlarıyla destekleyeceklerine, bütün imkanlarıyla buna karşı direniyorlar. Aynı şekilde Osmanlı’nın içişlerine tüm dostane müdahalelere karşı hassaslar.” (s. 97)

İyi okumalar.

  • 2
    alk_lad_m
    Alkışladım
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    e_lendim
    Eğlendim
  • 0
    _rendim
    İğrendim
  • 0
    be_endim
    Beğendim
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir