Gönül Makamı adlı kitapta altını çizdiğim yerler
“Müzik de sadece bir zevk değil, her şey ve her zevk gibi içinde bir anlam, değer düşünce barındıran felsefi bir alandır.” (s. 21)
“Gerçekten de değerler (gerçekler), kişisel yönelimler (istekler) ve işler (eylemler) aynı hat üzerindeyse kişinin ahlaki tutarlılığı var demektir.” (s. 22)
“Batı içine en küçük bir ışık huzmesi bile giremeyecek derecede tecrit edilmiş bir nefsaniyet hücresidir.” (s. 24)
“Filozof hayatta gördüğü yanlışları ya işaret eden ya da onları meşrulaştıran kişidir. Ve Batı medeniyetinde filozofların meşrulaştırdıkları sömürgecilikten tutunuz narsisime kadar can yakan pek çok felaket vardır.” (s.28)
“Aslında salim olamayan bir düşünce geleneği olan Batı’ya değil, hala farkında olmadığımız, cahili olduğumuz geleneğimizdeki düşünce, özüne, tefekküre bağlanmalı ve ondan günümüze değerler çıkarmalıyız.” (s.30)
“Modern Türkçe’de “hüviyet” kelimesinin karşılığı olarak türetilen kelime “kimlik” tir. “hüviyet” kelimesinin kökeni hüvedir ve Arapçada “o” demektir. “Kimlik” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı eski Yunanca kökenden gelen Fransızca identite veya İngilizce identity kelimeleridir. Bu kelimelerin kökeninde de id kelimesi, yani “o” zamiri vardır. Demek ki, “kimlik” kavramının esasında “o olmak” anlamı yatar. Peki, bizim şimdi kullandığımız “kimlik” kelimesinin kökeni nedir? “kim?” sorusu elbette. Fakat ”Kim” bir soru zamiridir, “o” gibi bir müsbet cevap değildir. “hüviyet” kelimesinde açık olarak “o olma” durumu söz konusu iken, kimlik kelimesinde “kim?” sorusu sebebiyle bir muğlaklık, bir müphemlik söz konusu. “kimlik” konusunda, şaşkın, “kendi”ni bilmeyen bir toplumun “hüviyet”e karşılık olarak türettiği kelime de ancak bu kadar şaşkın ve muğlak olabilir.” (s.36)
“Medeniyetimizin eşsiz kuşatıcılığına dair başka bir örnek de Hamparsum notasıdır. Kutbünayi Osman Dede’nin geliştirdiği Arap harflerini kullanan müzik notası, yani ebced notasının ardından büyük Osmanlı-Ermeni bestekarı olan Hamparsum Limonciyan Ermeni alfabesindeki harfleri kullanarak yeni bir nota sistemini tasarladı. Müslüman bestekarlar ve icracılar bu notayı kullanmada hiçbir beis görmediler. Osmanlı’nın son döneminde Batılı nota sistemi benimsenene kadar bu notayı kullanmaya devam ettiler.” (s.38)
“Evet, musikimizin yayınladığı alan, medeniyetimizin de sınırlarını gösterir. Bu açıdan bakıldığında ezan en yaygın musiki bestemizdir.” (s.41)
“Toplumsal psikolojimizi sembolize eden yine musikimizdir. Yani şevk sınırlarımız da musikimiz ile çizilidir. Mesela mehter havaları ya da Estergon Kal’ası türküsü bu ülkede yaşayan hemen herkesin göğsünü kabartır. Yemen Türküsü ise hemen hepimizin gözlerini yaşartır. Estergon, Macaristan’daki bir şehrin adıdır. Bir anlamda Batı’ya doğru açılımımızın uç noktasıdır. Yemen ise güneyde ulaştığımız en uç noktadır. Yemen, uzaklığı kadar Osmanlı’nın verdiği binlerce şehit yüzünden hepimize bir yaradır. Başka bir deyişle, ilki medeniyetimizin ulaştığı şahikayı, ikincisi ise yıkımını sembolize eder.” (s.41)
“Altı yüz sene boyunca dört kıtada insani muamele ile kimseyi ayırmadan yöneten bir devletin başka bir toplumlarla uyuşmaması, onlara pek çok şey katıp, onlardan pek çok şeyi devşirmemesi mümkün mü?” (s.42)
“Devletin ve yetkili birimlerin klasik musikimiz yerli yerine koyacak ve ona layık olduğu referans çerçevesi çizecek bir tavrının olmaması.” (s.53)
“Gelenek şimdi durağanlığın, yobazlığın, zamana sıkışıp kalmanın, örfün, an’anemin adı olmuştur. Halbuki gelenek (Batılı dillerdeki karşılığı tradition manasında da) “gelen” şey demektir. Yani köktür, sürekliliktir, sınanmış ve hala kendini üreten, yenileyen, kendine bakan, dolayısıyla da zaman kuşatan şeydir. Gelenek, dünden gelen bugünü şekillendiren ve geleceğe bağlanan şey demektir. Yani “gelene’e” ek”tir. … Herkes kendi geleneğine yapışmalı ve onu günümüzün ihtiyaç ve duyuşuyla yeniden yorumlayarak taşımalı. Geleneğin manası bize gelenleri olduğu gibi aslına sadık kalarak icra etmek değildir.” (s.57)
“Klasik müzik kültür müziğidir, yani “eğitimli ve rafine” bir kitlenin anlayıp takip edebileceği ve zevk alabileceği bir müzik tarzıdır, bu yüzden talebi hazır popüler müziğin aksine devlet ve yerel idareler tarafından sübvanse edilir, desteklenir. … Ancak popüler müzik dinleyenler de, üretenler de klasik müziğe dil uzatmaya, onun değerini düşürmeye yeltenemezler. Çünkü o müziğin o toplumun yapıtaşı olduğu fikir devlet tarafından sürekli beslenir. … TRT’nin ve klasik koroların perişan durumu, eğitimdeki eksiklikler, teori konusunda hala netleşme olmaması, klasik musiki bestekarları ve icracıların isimlerinin yad edilmemesi ve takdir görmemesi hep bu sorunun sonuçlarıdır.” (s.60)
“İmanın kalbe iniş yolu kulak, göz ve kalp şeklindedir. Yani ilahi hitaba ilk muhatap olan kulaktır, sonra gözdür, nihayet kalptir.” (s.81)
“Hobi” kelimesinin İngilizcesi hobbydir. Yine leisure kelimesine benzer bir şekilde Rönesans civarında kullanılmaya başlanmıştır. 13. Yüzyılın sonlarında İngiltere’ de “küçük at, midilli” anlamına gelirdi. Sonraları “oyuncak at” ve 1670’lerde ise “boş zamanı geçirmek için sevilen faaliyet” anlamını kazandı. “Bir maksadı olmayan faaliyet” olarak tanımlanabilir. Özgün anlamı, bir sepeti at gibi süsleyip, bir de kuyruk takıp giyen ve ata biner gibi yapan kişilerin yaptığı oyundur. Bu oyunlar İngiltere’de hasat mevsimindeki ve yılbaşındaki kilise ve halk kutlamalarında yaygındı.” (s.112)
“Bu, bana Mevlana Hazretlerinin bir sözünü hatırlattı: “Sarımsak yiyen birisi ‘gül’ dese bile, ağzından sarımsak kokusu olacaktır.” (s.117)
“Elbette hiçbirimiz günahsız ve kusursuz değiliz. Fakat kusurları arındıran yine edebdir.” (s.120)
“Camide, tekkede icra edilen musiki dinidir. Evde, sokakta, okulda icra edilen değildir” anlayışı musikimizin ve medeniyetimizin özünü anlamamaktadır. Çünkü İslam’da ve medeniyetimizde hayatın her alanı dinidir.”
“HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? Dünyada en yaygın musiki meşkini Müslümanlar yapıyor. Günde beş vakit Hakk’a şehadeti yenileyen ezan, aslında hepimizin günlük musiki meşkidir aynı zamanda.” (s. 123)
“Rönesans’ı sekülerizmin zirveye çıktığı ve hâkim hale geldiği bir dönem olarak anlamalıyız. Bugünkü Batı, Hristiyanlığın değil, Rönesans sonrası sekülerizmin eseridir.” (s.132)
“Bugünlük içinde bulunduğumuz tefekkürsüzlük krizi aynı zamanda bir tavırsızlık krizidir. Tavrımız demek, dünya ile ilgili bir iddiamız, özgün bir yapış tarzımız ve kendimize ait bir yönümüz olması demektir. … Tavırsızlık aynı zamanda tarzsızlık anlamına gelir. Kendine has düşünme, eyleme ve bilme tarzı olmayan bir toplumun kendine has tavrı olması da mümkün değil. … tefekkürümüzü eylem, tavrımızı da tarz ile bütünlediğimizde yeni ve özgün bir medeniyet ortaya koyabiliriz.” (s.137)
“Aşk olmadan meşk olmaz” sözü meşhurdur. Fakat arada başka bir şeyi unutuyoruz: şevk. Aşktan, şevkten de meşk doğar. Aşk Mevla’mızın bir mevhibesidir, bir nimetidir, bir lütfudur. Aşk bir kişiye galebe çalınca ona sebepsiz bir kuvve gelir. Buna “şevk” denir. Şevk insanı harekete geçirir insanın içindeki cevher ortaya çıkar korkak adam cesaret kazanır. Bilmeyen bilir haline gelir.” (s.150)
“Artık kendimizi öğrenmenin, kendimize ait olanın kıymetini bilmenin, kendimiz olmanın ve kendimize yaraşır işler yapmanın vakti gelmedi mi?” (s.157)
“Batı karşısında her alanda gösterdiğimiz bu aşağılık kompleksini bir tarafa bırakmalıyız artık. Özgünlük ve kalite her şeyden önce gelmelidir. Öyle bir müzik okulu kurmalıyız ki, en başta ismi “Konservatuar” olmamalıdır. Özgün bir isim koymalıyız. Aşağılık kompleksine kapılmış bir toplum bile, 1917 yılında kurduğu okula “konservatuar” kelimesi yerine Darülelhan ismini verdi. Yani “nağmeler evi”. Tek başına büyük bir zevki ve bilinci yansıtır bu buluş. …Kelime değiştirmekle ne olur? demeyelim. İsim, cismin ayrılmaz parçasıdır. Özgün müziğin, özgün bir yapının da özgün bir ismi olmalıdır. İnsanlara yeni olanın, özgün olanın işaretini önce farklı bir isimle vermeliyiz. … Medeniyetimizin kapsayıcılığını öğrencilere benimsetmek için bunun için yalnız müzik değil, aynı zamanda felsefe, edebiyat, tasavvuf, klasik sanatlar, tarih, coğrafya, Osmanlıca ve modern Türkçe eğitimi de verilmelidir. Amaç öğrenciyi bilgiden bilince, bilinçten de bilgeliğe yükseltmek olmalıdır.” (s.164)
“Bizim modern Batı’dan farkımız, hiçbir Batı dilinde karşılığı bulunmayan üç kelimenin uygarlığımızın sıfatı olmasıdır: Aşk, gönül, muhabbet. Bu her biri bir dünya kadar büyük üç kelime bizim dinimizin temelidir. O halde onlar güzellik anlayışımızın da temelidir. Nasıl bizim “ahlak”” kavramımız modern Batı’nın “etik” kavramıyla karşılanmazsa, bizim “güzellik” veya “bediiyyat” anlayışımız da “estetik” kelimesiyle karşılanamaz.” (s.171)
“Kalıpların üzerine titremeyi bırakıp, artık anlamlar üzerinde durmamız gerekiyor. Bunu da bilenlere değil, bilmeyenlere, kendi dünyasına tamamen yabancı kalmış bugünkü nesillere anlaşabilir, çekici ve sade bir üslupla yapmak gerekli. Modern araçları en güzel şekilde kullanmamız lazım.” (s.174)
“İsrail üç bin yıldır konuşulmayan bir dili, İbraniceyi sadece hahamların bildiği bir dil iken resmi dil yapıyor ve diriltiyor. Yahudiler, Avrupa’dakiler veya İslam dünyasındaki Yahudiler bilmezdi. İslam dünyasındaki Yahudiler Arapça konuşurlar veya bulundukları yer nereyse İstanbul’sa Türkçe konuşurlar, ladino konuşurlar. Avrupa’dakiler Yidiş dediğimiz Almancayla karışık bir dil konuşurlar veya diğer lehçeleri konuşurlar. … harf inkılabı, dinin yasaklanması bizim manevi musikimize ve genel anlamda musiki medeniyet anlayışımıza çok büyük bir darbe vurdu. İşte “dini musiki” gibi tutarsız, kökü olmayan, anlamsız tabirler ortaya çıktı. Osmanlı’da hiçbir yerde “dini musiki” gibi bir tabir göremezsiniz. Ben bu konuda da araştırma yapıyorum. Öyle bir tabir yoktur. Çünkü hayatı parçalamayan bir bakışa mensup.” (s.182)
“MİLLET VE İSLAM ALEMİ OLARAK iki yüz yıldır içine girdiğimiz bir koma halinden yeni yeni çıkmaya çalışıyoruz. Kimliğimize, coğrafyamıza ve tarihimize karşı olan cehaletimizi, biğaneligimizi, körlüğümüzü aşmaya çalışıyoruz. İnsana, mekâna ve zamana karşı olan yabancılaşmamızı sonlandırmaya; kişiliğimizi, dünyadaki yerimizi, tarihimizi ve medeniyetimizi tanımaya, ihya etmeye ve yenilemeye gayret ediyoruz. … Elbette bu gayret ve çabayı herkes arzu veya takip etmiyor. Hala Batı’ya karşı aşağılık kompleksiyle hareket edenlerimiz var. Kendi milletini, kendi dinini, dilini, müziğini, mimarisini, tarihi şahsiyetlerini aşağılamaya devam eden bir kesim var. Bu kesim, yaklaşık yüz yıldan beri devletin ve Batılı devletlerin, kurumların ve mahfililerin her türlü destegi ile nesillerin zihinlerine aşıladıkları kompleksli dünya bakışı elden gidiyor diye büyük bir panik halinde. Uzun yıllardır batılı çıkarlara uygun bir Türkiye ve Türk topumu tasarlayanlar kontrol ellerinden çıkıyor diye panik halindeler. Kendine gelmiş, kendini bilen kendine sahip bir Türkiye onlar için büyük bir tehdit.” (s.199)
“Geleceğin Mozartları’nı değil, “geleceğin Dede Efendileri”ni arayan bir yaklaşımı benimsemeliyiz. Müzikle ilgili her konuyu Batı modeliyle anlatan, koroyu, Batılı çalgıları, aparılmış veya kıymeti olmayan Batıcı eserleri Öğretmeye odaklı yerli vücutlu yabancı kafalı müzik anlayışını tasfiye etmeliyiz. Başka alanlarda olduğu gibi müzik alanında da hâkim olan “kompleks eğitimi”ne son vermeli, yerli, özgün, geleneği günümüz ile sentezlemeye yönelmiş bir yaklaşımı öne almalıyız. … En sembolik ve açık medeniyet alanı olan müziğimizi evlatlarımıza sevdirmek temel hedefimiz olmalıdır. Müziğe yetenekli olmayan çocuklarımıza bile müziğin zevkini, değerini benimsetecek, müziğimizi sevdirecek bir usul tutturmalıyız. Sevdirmek, değer bildirmenin ilk adımıdır. Aşk olmadan meşk olmaz.” (s.202)
“O zamanlar kıraathane öyle bir yer ki, sen kahve içerken birisi oradan gazel okuyor, birisi tambur çalıyor, birileri ilmi sohbet ediyor. Bunlar bölünmez bütündür.” (s.255)
“Müslümanların halifesi bir Yahudi’den musiki dersleri alıyor. Üçüncü Selim üç kişinin önünde ayağa kalkıyor: Valide Sultan, Şeyhülislam ve Tanburi İsak. Hocalık bütün makam ve mevkileri aşıyor.” (s.256)