Kayıp Tarihin izinde… Kayıp Tarih. İz. Doğu ve Batı. O kadar derin cümleler ki; insanın aklına milyonlarca olasılık, tanım, cümle, kelime geliyor. Elimde ise 200 küsur sayfalık ince bir kitap. İçinde kim bilir nasıl hazineler barındırıyor. Açıyorum; “Doğu’da Batı’da Allah’ındır.” (Bakara 2/115) cümlesi ile başlıyor; mükemmel bir özet değil mi? Ama insanoğluyuz ya araştırıyoruz, tarihin derinlerinde kaybolan geçmişimizi hatırlamamız gerekiyor: işte Kayıp Tarihin İzinde & Fatih’ten Shakespeare’e Doğu Batı adlı eserde bu geniş tarih yelpazemizde unut(tur)ulan veya çarpıtılan tarihimizden gerçeklerle karşımıza çıkıyor.
Eser Oryantalizm, Edward Said’in anısına yazılmış; Filistin’de doğan Hristiyan bir ailenin çocuğu olan Said’in günümüz birçok eseri açısından önemli bir eser olduğunu biliyorum. Kudüs’te yaşayan bu ünlü profesörün anısına yazılan eseri, Kudüs tartışmalarının yaşandığı bir günde piyasaya çıktığı an satın almış, 1 günde okumuş fakat iş yoğunluğu nedeniyle yazmayı bugüne ertelemek zorunda kalmıştım. (Kitap hakkında okuduğum an ufak bir yazı da yazmıştım; https://www.hknkr.com/kayip-tarihin-izinde-fatihten-shakespearee-dogu-bati.html )
Kayıp Tarihin izinde eseri hakkında hazırladığım Vlog
Kayıp Tarihin İzinde & Fatih’ten Shakespeare’e Doğu Batı
“Yeni Kudüs düşmüş, belki de artık dünyanın sonu gelmişti.” (s. 17) sözlerinin yer aldığı eserde, eski kitaba bir gönderme olsa da (İstanbul – Kudüs karşılaştırması da cabası) tarihi bilmeden bugünleri anlamanın zor olduğunu bilerek, okumaya devam ettim. Bir yerde “Belki de kendimizi, özümüzü bulacağız.” Diye de düşündüm; düşündüm çünkü maalesef tarihimiz konusunda o kadar ‘iyi’ değiliz. “Size o kütüphaneden (Kayıp Doğu Kütüphanesi) on bir kapı sunuyorum. İstediğiniz kapıdan içeri girebilirsiniz.” (s. 16) diyen yazar (kaldı ki “Emekli bir NASA astronotunun sözleri kulağıma çalındı: “El-Hâkim’in milyonlarca kitaplık kütüphanesinden bize tek bir kitap kaldı. Ve biz onunla aya çıktık!” (s. 15) diye de ekliyor yazar, önemli bir ayrıntı!) bir nevi rehberlik ediyor bize ve bu rehberliğinde iki önemli figürü öne çıkartıyor. Eserin önsözünde yazan “Fatih ve Shakespeare. Doğu ve Batı. Tarih ve Edebiyat. Hayatımın iki büyük serüveni.” (s. 13) cümle, bunun kanıtı.
Beyazıt Akman, diğer eserlerinde daha çok roman dilinden kopmamış, kendinden bir şeyler katsa da bu kadar ön plana çıkmadan, samimi bir havada, okuyucu ile konuşur gibi bir duruma düşmemişti: bu eser aslında bu açıdan yazarın bugüne kadar çıkardığı eserleri toparlayan bir ek eser diyebiliriz. 20’li yaşlarının büyük bir kısmını Fatih’i ve Fetih’i araştırıp bu alanda en kapsamlı yazıyı yazması… Fatih’in 21 yaşında İstanbul’u fethetmesi… Böyle bir ecdada, böyle bir evlat yakışır dedirtiyor.
Kaldı ki son dönemde aşılsa da ülkemizde Osmanlı’yı övmek gerçekten biraz zordu. (“Öyle ya, Osmanlı’dan olumsuz bahsedince objektif, olumlu bahsedince ‘şucu – bucu’ diye adlandırıldığımız bir ülkede yaşıyoruz biz!” s. 19) Yazar bunun farkında olacak ki hem bu tip ‘geri kafalı’ insanlara cevap veriyor, hem kaybolan tarihimizi yeniden okuyucuya aktarıyor hem de bazı yerlerde adeta ‘çuvaldızı kendimize’ batırmamız gerektiğini de hatırlatıyor. ( “İngilizceyi baş tacı edip, Arapçayı ‘gerici’ dili diyen biz değil miyiz?” s. 22)
Doğu ile Batı arasındaki çekişme insanlık tarihi kadar eski: tarihi kaynaklar, Doğu’da başlayan medeniyet hamlesinin Batı’ya aktarıldığını, Batı’nın bugünkü halini almasında Doğu’nun katkısını bas bas bağırarak anlatıyor, yazıyor: ancak durum öyle mi? Buz dağının gözüken kısmı bize Batı’nın iyi, Doğu’nun ise çirkinlikler silsilesi ile dolu olduğunu gösteriyor. Filmlerde örneğin Doğulular ifadesi cahil, gerici, hilkat garibesi mahlûkatlar gibi, yüzün ekşitildiği insan tipi gibi izleyiciye aktarılıyor. Yani Batı her fırsatta bugüne gelmesine sebep olan Doğu’yu kötülemekten, yeni doğanların beynine bu uydurma ‘gerçeği’ dayatmaktan geri kalmıyor! Ülkemizde ise bugün Doğu ile Batı arasında yaşanan çekişmenin kökenini İstanbul’un fethine bağlıyor yazar: “Doğu – Batı ikileminin tarihsel süreci incelendiğinde bu işin kökeninin 29 Mayıs 1453’e gittiği görülecektir.” (s. 22) Akla hemen ‘Zulüm 1453’de başladı’ türü yazılar geliyor.
Yazar tarihte Türklere yapılan hakaretlerden, iftiralardan bahsederken günümüzde de benzerlerinin yaşandığını örneklerle anlatıyor; bu da içeriğin hem güncel hem de ilgi çekmesini sağlıyor. Tarih konusunda dönem yazarlarından bazılarının Türkler hakkında kitaplarında akla hayale sığmayacak yalanlara yer vermesini de örneklerle açıklıyor yazar. Bu iki durum bize aynı zamanda lobicilik konusunda geçmişte olduğu gibi bugünde kötü olduğumuzu gösteriyor. (Örnek: Sultan Mehmet’in Megadük Lukas Notaras’ın on dört yaşındaki oğluna sarkıntılık ettiğini dahi yazabilecek kadar ileri gittiler! (s. 27))
Tarihimize, kendi değerlerimize yabancı oluşumuz nedeniyle; âlimlerimizi bile tanıyamaz durumda olduğumuzu yüzümüze vurmaktan çekinmiyor yazar: “Gerçi biz bilmeyiz Molla Gürani kimmiş, Molla Hüsrev ne âlimiymiş? Evet, Aristo’yu, Platon’u biliriz ama kendi âlimlerimize burun kıvırırız.” (s. 34)
Fatih’e olan hayranlığını, sevgisini her fırsatta dile getiren yazar (ki bizde olmalıyız), sultanın bir keresinde “Homeros gibi keşke beni de anlatan olsa” diyerek tarihçilere seslendiğinin söylendiğini yazdığı (s. 36) cümlenin sonuna ‘Denedik be sultanım!’ diye eklemesi gerçekten güzel bir anekdottu. Bu hem samimiyetini, hem bu işi kalben yaptığını gösterir nitelikte olması açısından önemliydi; artı okuyucu olarak hem gülümsetti hem de içimden de olsa teşekkür etmemi sağladı.
Fatih dönemi hakkında yazar bıraksalar, ciltler dolusu yazacak kadar dolmuş olduğunu hissettiriyor. Haklı da… En başarılı, en güçlü olduğumuz dönemlerden biri olan Fatih dönemi bugün bile bize farklı/yanlış bir şekilde aksettirilmeye çalışılıyor bazı ‘Türk vatandaşları’ tarafından… (Yazarın eserinde yabancıların Fatih dönemini ve genel anlamda Osmanlı dönemini kötüleyen yazılarına, kitaplarına, tiyatrolarına sıkça yer verdiğini de belirteyim. ‘İçimizdeki İrlandalıları’ da anlatmadan geçmeyerek çok iyi yapmış.) Hatta yazar eserinde isim vermese de Orhan Pamuk’un İstanbul’un Fethi’ni sorguladığı (daha doğrusu bana göre saçmaladığı) Fetih mi Düşüş mü? Adlı yazısından da bahsederek, gereken ‘okkalı’ cevabı vermiş. Alkış!
Yazar her bölümün finalinde daha fazla araştırma yapmak isteyenler için – ki araştırın gençler – hem bölümün özeti niteliğinde kısa bir açıklama hem de bölümde bahsedilen konu hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilmek için İngilizce kaynaklara yer vermiş. (İz sürenlere ismini vermiş bu kısma, kitabın adıyla da uyumlu olması dikkat çekici) Burada yer alan kaynakların çoğunun yabancı dilde olması, kendi tarihimiz açısından – bence – bir utanç niteliğinde… Bu yüzden, yazar ve onun gibi objektif araştırmalar yapanların daha fazla artması dileğiyle diyorum.
Dan Brown’un tüm romanlarını okuduğum için, yazarın bu eserinde tanıdık bazı isimlere rastlamak hoşuma gitti. Fakat Brown’un sanıldığı kadar objektif olmadığını da gördük; çünkü Beyazıt Akman’ın vermiş olduğu bilgiler sayesinde, son romanı ‘Başlangıç’ dışında Müslüman kesimi ilgilendiren konulara kitabında yer vermeyen ünlü ABD’li yazarın romanlarında bazı ayrıntıları ‘görmezden geldiği’ hissine kapıldım. Örneğin, Medici ailesine birçok romanında yer veren Dan Brown, Medici ailesinden Guiuliana de Medici’nin suikast ile öldürülmesi sonrası Fatih’in katili yakalatıp Medicilere teslim etmesinden bahsedebilirdi diye düşündüm. (Yoksa ben mi atladım bu ayrıntıyı?) Bu arada yazarında Dan Brown romanlarını okuduğunu, fakat sonrasında yaşadığı hayal kırıklığı ile okumayı bıraktığını da ekleyeyim.
Beyazıt Akman, Kayıp Tarihin İzinde adlı eserlerinde diğer romanlarında olmadığı kadar cesur ifadelere de yer verdi. Daha önceki romanlarında tarihi gerçekleri roman tadında okuyucuya aktarırken, bu eserinde okuyucu ile daha samimi bir ortamda iletişime geçtiğinin farkında olacak ki; bazı konularda cesur sözler kullanmaktan çekinmedi. Buna örnek olarak Terry Jones isimli ABD vatandaşının, 11 Eylül saldırıları sonrası kutsal kitabımızı yakması konusuna yer verdiği bölümde şu sözü alkışı hak ediyor: “Florida’da kitap yakanlar, Orta Doğu’da insan da yakarlar.” (s. 88) – Bugün Ortadoğu’da yaşanan ‘katliama’ anlamlı bir gönderme! –
Ben bu yazıyı hazırlarken ülke gündemini Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması skandalı tartışmaları meşgul ediyordu. Yazarın bu konuda bir içeriğinin kitapta olması çok güzel olurdu; fakat kitap içerisinde yer alan bölümlerde kısmi olarak güncel konulara verdiği cevaplar, Kudüs konusunu da hatırlatan cinstendi: “… Trump geldi ve onlara haddini bildirir gibi işaret parmağını sallaya sallaya Müslümanları artık ülkeye sokmayacağını söyleyerek seçim kazandı.” (s. 92) Dante ve İslam adlı bölümde de Miraç hadisesinden bahsederken Kudüs’e az da olsa değinmişti. Belki de yazar Osmanlı’dan sonra, Müslüman dünyanın kanayan yaralarından biri olan Kudüs konusunda da tarihi bir roman kaleme alır ha, ne dersiniz? Kudüs’ü bugüne kadar Hollywood ile kitaplar ile hep ‘batının gözünde’ okuduk/izledik; Müslüman ve kaliteli bir yazarın elinden okumak şansına da erişiriz umarım.
Velhasıl.
Hala tarihimizi iyi bilmeyen, bazı sorulara cevap bulamayan, birçok konuyu batının kaynaklarından bulan bizler açısından bu durum önemli bir eksikliğimiz. Hala ‘sakız orucu bozar mı?’ sorusundan öteye geçemeyen bizler, artık silkelenmeliyiz! ‘Zulüm 1453’te başladı’ diyenlere, fetih ruhunu tekrar göstermeli, tarihimize sahip çıkmalıyız.
Kayıp tarihi yeniden yazmalı, öğrenmeli, öğretmeliyiz.
Bu roman, bu açıdan çok önemli…
“İslam tarihinin bir şekilde dokunmadığı, içine işlemediği, etkilemediği bilim, edebiyat ya da sanat dalı var mı?” (s. 105) Sadece göz için yedi ciltlik kitap yazmış bir medeniyetten bahsediyoruz.
Eserde hatalı üç kelime buldum; s. 109 ‘dedeniz mi?’ ve s.133 ‘yazmalardı!’ s. 182 ‘hazmediyorum’. Ufak bu üç harf hatası dışında Türkçe ’ye uygun yazılmış bir eser var karşımızda; bu da akademik bir metin olduğunu da gösteriyor. Zaten yazarın akademisyenlik kimliğine laf yok.
“Arapçadaki yüzlerce eser önce Latinceye oradan da diğer Avrupa dillerine tercüme edildi.” (s. 113) Bu cümleyi okuyunca ülkemizde de reyting rekorları kırmış olan Diriliş ’teki bir sahne aklıma geldi. O sahnede Tapınakçı liderinin Arapça eserleri kendi dillerine tercüme edip, İslamiyet’i ve Bilimi öğrenmeye çalışması dikkatimi çekti. “Zira Batı Avrupa, sadece antik Yunan felsefesini değil, antik Yunan bilim mirasını da Araplara borçluydu.” (s. 115)
Matbaa konusunda: “Matbaa onlar gerici ve cahil olduğu için Osmanlılara geç gelmiş değil, tam tersine Osmanlı, çok üst düzey bir kitap kültürüne ve estetik kriterlere sahip olduğu için matbaaya prim ermemiştir.” (s. 139) Bu ifadesini destekleyen örneklere yer veren yazar, matbaa döneminde Avrupa ile Osmanlı kütüphaneleri arasındaki karşılaştırmaya da yer vererek tezini destekliyor. (Rakamları vermeyeyim, okurken şaşıracaksınız!) Bu ifadeler, ‘matbaa konusunda’ olaylara farklı bir perspektiften bakıldığında farklı bir sonuca ulaşabileceğimizi de gösteriyor. İlginç bir analiz, okumanızı öneririm.
Shakespeare ve Türkler başlıklı konu en dikkat çekenlerden bir tanesi: “Nasıl ki günümüzdeki Hollywood filmlerindeki terörist Müslümanlarla, dünyadaki milyonlarca Müslümanın hayatları arasında tam bir tezat var, işte o gün de Shakespeare’in oyunlarındaki Müslüman imgesiyle dönemin İslam medeniyetleri arasında dağlar kadar fark vardı.” (s. 157) Bu cümleler bize bir gerçeği fısıldıyor: ders almıyoruz. Bilimde, sinemada, siyasette, tiyatroda kendimizi geliştirmiyoruz. Milli olamıyoruz bu konularda… Yerlere göklere sığdırılamayan Şekspir’in aslında o dönem batısının bir aynası olduğu, cehaleti yansıttığını ifade ediyor yazar; hatta şu tespiti yapıyor: “Batı dünyası asırlardır sahada alt edemediği İslam’ı hep sahnede, sayfada ve beyaz perde de yenmeye çalışmıştır.” (s. 161) sizce haklı değil mi?
Eserde benim dikkatimi en çok çeken bölüm Dante ve İslam başlıklı bölüm oldu. Dan Brown’un Cehennem adlı romanına konu olan Dante’nin İlahi Komedyası hakkında meğer biz ne kadar cahilmişiz! Brown’un Cehennem romanında bahsetmediği bir gerçeği öğreniyoruz bu bölümde. Yazar bunu şu cümleyle anlatıyor: “Elin İtalyan’ının neredeyse yarım bin yıllık Miraç mucizesinin üzerine konmasını bir türlü hazmedemiyorum.” (s. 182) [Yazar bu bölümde Dan Brown’a göndermede de bulunuyor.] İlahi Komedya ile Miraç mucizesi konusunda başlangıç noktasının Kudüs olduğunu belirten yazar, aslında Kudüs şehrinin ne kadar önemli olduğuna da vurgu yapıyordu. Bu bölümde ilginç ayrıntılar var; kendi ‘miracımıza’ bile ne kadar yabancı olduğumuzu görüyoruz. Hatta şu notu düşeyim: Kayıp Tarihin İzinde adlı eserin en sükseli, en dikkat çekici bölümü Dante ve İslam başlıklı bölüm oldu.
Yazarın eserlerinde şövalye gerçeğini ortaya seren hikâyelere yer verdiğini biliyordum, bir adım daha ileri gitmiş ve şu ifadeyi eklemiş: “… Bu karizmatik ve kahraman şövalye imgesini sadece kendi halklarına değil biz Müslümanlara bile asırlarca yutturmuştur. ‘Biz Müslümanlara bile,’ diyorum, çünkü şövalyenin asıl varoluş nedeni İslam’ı yok etmek ve Müslümanların kanını akıtmaktır. Gerisi masaldır.” Bu cümleyi okuduktan sonra, şövalyelerin arz-ı endam ettiği filmleri/kitapları izlerken/okurken bir daha düşünün derim. Beynimize, değerlerimize bu kadar kolay girmelerine izin vermeyin!
Yazarın bazı yorumlamaları, bazı konulara bakış açınızı değiştirecek dedim ya… Örneğin bir tanesi de Cihat konusu. Biliyorsunuz, dinimiz açısından cihat çok önemli. Peki, cihat konusu diğer dinlerde nasıl merak ettiniz mi? Cihat denince akla ilk savaş gelir ama İslam’da cihat düşmanca girişimleri bertaraf etme, barışı sağlama, barış ortamını bozanlara gereken cezayı vermek için yapılır... Batının medya üzerinden yaydığı kara propaganda ile arkasında gizli örgütlerin olduğu ve adlarına İslami terör örgütü denilen istihbarat örgütlerinin adeta arka bahçesi olan örgütlerin eylemleri nedeniyle cihadı tüm dünya, katliam ile eş tutuyor. Hâlbuki öyle değil… İslam’da öyle değil. Ama örneğin Hristiyanlarda bu durum böyle değil, yazar bunu şu sözlerle açıklıyor: “… Zira Batı’nın Müslümanlara karşı oluşturduğu sözde ‘cihat’ söylemi aslında Hristiyan ordularının kendi özelliğiydi! Onlar din için yakıp yıkmayı, yok etmeyi ve katletmeyi çok iyi biliyorlardı.” (s. 217) Uyandın mı dostum?!
Yazar eserinde okuyucuyu ile kurduğu bağın gücüne inanarak, daha samimi ifadelere de yer verdi: bunlardan bir tanesi de başından geçen doktora kabul mülakatı esnasında yaşananlar… Aslında bu anlattığı kişisel hikâyesi de günümüz eğitim sistemini gösteren bir netlikte.
Bütün bunlar bir araya geldiğinde yazarın sanki okuyucu ile karşılıklı söyleşi yapıyor, okuyucunun sormak istedikleri ve aklından geçenlere cevap veriyor diye düşündüm. Gereken yerde yiğidi öldürüyor ama hakkını da eriyor. Bu arada yazarın, diğer romanları sonrası gelen eleştirilerden bazılarına yer verdiği bir bölümde yer alıyor. Bu bölümde yapılan eleştirilere cevap veren yazarın bu bölümdeki ifadelerinin adeta okuyucu – yazar röportajı izlenimi verdiğini belirteyim. (Yerinde olmuş)
Eserin son kısmında yazarın içerikte de notlar tutarak verdiği fotoğraflar ile tarih tutkunları için çok önemli olduğunu düşündüğüm kaynakça kısmı da yer alıyor.
Ben çok sevdim, tadımlık bir eser ortaya çıkmış: eksiklikleri gidermek ve tarih alanına daha da yoğunlaşmak adına okumanızı önereceğim bir eser. iyi okumalar.
Kitapta altını çizdiğim diğer bazı yerler:
“Batı’dan çok Batıcı olan bir yığın adamla karşılaşıyorsun.” (s. 142)
“… Mesele, bizim hala toplum olarak bu Batı eserlerine körü körüne hayranlığımız ve zihinsel sömürgeleşmemiz.” (s. 144)
NOT: Bu kitap hakkında daha önce Kayıp Tarihin İzinde & Fatih’ten Shakespeare’e Doğu Batı başlıklı bir yazı daha kaleme almıştım, onu da okumalısınız.
oldukça detaylı bir inceleme .Duğuyla batının karşılaştırılması 200 sayfaya sığar mı acaba diye düşünüyorum.
ayla filmini izledim. Bazı yerler yüzeysel geçilse de etkileyici bir film.