Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Kitabında Altını Çizdiğim Önemli Cümleler
“Şimdi insanlığın yeni tanusu bilimdir. Bilim; insanın özgür düşüncesinin önünde demirden bir köstebek gibi duruyor. Ona, her şeyi benim dediğim gibi düşüneceksin, diyor. İnsanı yalnız ve ancak kendi bildikleriyle sınırlandırıyor. (s.17)
“Mevlana’nın, at sidiğine düşmüş sinek tasviri gibi… sineğin içinde bulunduğu ortamı okyanus sanmasının ne önemi var?” (s.18)
“Demokratik hayat tarzının dünyaya bağışladığı bir armağan var: kaypaklık. … Demokrasi oyununu oynayanlar bir kavramın gerçek ifadesi ile konuşmuyor, şifrelerle anlaşıyor. Her kelime, her kavram başka biri için başka anlam ifade edebiliyor.” (s.19)
“Çikletler artık çiğnenmek için satın alınmıyor. Paketlerin içindeki numaralı resimlerle bir seriyi tamamladıktan sonra çıkacak bisikletler, radyolar, fotoğraf makinaları için alınıyor. Çocuklar farkına bile varmadan kumara, vurgunculuğa alıştırılıyor.” (s.21)
“Böyle bir hayat tarzında, Allah rızası, Hasbihallik, öte dünya kaygısı çoğu kimseyi ırgalamıyor. ”yarın” diye düşünülen gelecek artık öte dünya kaygısı olmaktan çıkmış bulunuyor.” (s.21)
“Kapitalist kurallara göre işleyen iktisadi yapıda, israf süreci artık doğal hale gelmiştir: böyle bir toplumda tüketimde kısıtlama yapılması iktisadi hayatı toptan çökertebilir. Gerçek şu. Tüketim (israf) ekonomisi ancak israf süreci devam ettirilmek suretiyle ayakta kalmayı başarabilir.” (s.23)
“Batı uygarlığına teorik olarak reddetmek, eğer aynı uygarlığın davranış ve harcama kalıpları gündelik hayatta yürürlükte bırakılıyorsa, fazla bir anlam taşımayacaktır. Çünkü davranış ve harcama kalıpları ve gündelik hayatta uygulanan tüketim alışkanlıkları, kişiyi, istemese de aynı Batı uygarlık dairesinin içine itmeye yetecektir.” (s.24)
“Müslümanların önünde duran handikaplardan biri, onların İslam’ı kavrama hususunda karşı karşıya bulunduğu güçlüktür. Özellikle geçmişinde İslam’ı yaşamış olan ülkelerin insani için durum böyledir. Çünkü bu böyle ülkelerde herkes İslam’ı bildiği vehmindedir, fakat herkesin en az bildiği şey de odur.” (s.24)
“Bu nedenle Müslümanlar, kendisine Müslümanım diyenler İslam’ı yeniden ve kendi terimleriyle öğrenmek zorunda bulunuyor. Batı anlayışının zihinlere bulaştırdığı bakışla İslam’ı anlamak kolay görünmüyor. İslam kendisi hakkında hiçbir şey bilinmiyormuş gibi farz edilerek anlaşılmaya çalışılmalıdır: ilk Müslümanlar nasıl Müslüman olmuşlarsa, onların yolunu izleyerek ve önyargılarımızı cehalet döneminden kalma zihni ve ameli alışkanlıklarımızı terk ederek başlangıç noktasında durmayı deneyebiliriz.” (s.26)
“Yeni bir ayakkabıya, yeni bir giysiye alışmak bile zaman alır. Yeni ayakkabı içinde insanın yürüyüşü değişir.” (s.27)
“Yani Allah’ın bir ve tek olduğunun söylenmesi karşısında fazla telaşa kapılmayan müşrikler, iş bu inancın tabii neticesi olan putların ortadan kaldırılması noktasına gelince İslam’a karşı açık ve keskin bir cephe aldılar ve onun yayılmasını önlemeye çalıştılar” (s.31)
“Günümüz Müslümanı, bu bakımdan bölmeli kafa yapısı taşıyor. O, bir yandan Allah’a ve İslam’a inandığını iddia ederken bir yandan da İslam’la çelişen hükümlere kabulleri arasında yer verebiliyor.” (s.31)
“Zihinlere İslam’ın öngördüğü ilkeler değil, fakat İslam dışı dünyanın gözümüze taktığı gözlükler yerleştirilmiştir. İslam’ın söyledikleri kendi şartları ve kendi doğruları içinde anlaşılmaktan çok, İslam dışı ölçütler o şartları nasıl göstermek istiyorsa öyle algılanmaktadır.” (s.32)
“Halen Müslümanların yaşadığı ülkelerin bir kısmında sosyalizm, bir kısmında nasyonalizm İslam’la uzlaştırmaya çalışılmaktadır. İslam’ın sosyalizmden de, farklı bir gerçeklik olduğunu algılamanın ortamı daralmıştır diyebiliriz.” (s.32)
“Müslüman kendi basit, yalınkat isteğini Batılı bir insana belki rahatça anlatabilir ama sonradan Batılaşmış insana aynı rahatlığa anlatılması o kadar kolay görünmüyor. Batı insanı İslam’ı reddederken bilinçli bir tutum içindedir. Batılılaşmış insanın tutumuysa, sadece bir kör inanç halinde belirmektedir. Batılı, neyi, niçin reddettiğinin bilincindedir. Batılılaşmış insansa önyargıyla reddediyor. Fakat anlamak için heves belirtisi de göstermiyor. Batılaşmış insanın zihniyetinin temelinde, dinle dünya işlerinin birbirinden ayrı olduğu hususunda değişmez bir ön kabul var…” (s.33)
“Oysa batılı insanın temel yasaları zaten din kaynaklıdır.” (s.33)
“Durum Batılılaşmış insanın kafa karışıklığıyla ilgili bir keyfiyettir. Onun ilkin İslam hakkında fikri yoktur. Bu bir yana Hıristiyanlığı da bilmez. Dahası, Batı aleminde “din” denildiğinde özelde Hıristiyanlığın murat edildiğinin farkında değildir. Bunun farkında olmadığı için, Batılılar dinden bahsedince bunu bütün dinleri kapsayıcı bir geçeklik sanır.” (s.34)
“O kadar ki, insanın haya duygusuna müdahale etmek, haya duygusunu iptal etmek bile, artık “bilim” yaftası ile peçelenebilmektedir.” (s.35)
“Bizim dini görevimiz nedir? “Dini görevlerimiz” diye konuşanlar, belli ki, bununla sırf ibadetlerimize ilişkin hususları kastediyor, diğer muamelelerimizle ilgili hükümleri bunun dışında tutmak istiyor. Böyle bir ayrımın ancak Batı’nın seküler telakkisine uygun olduğunu tekrarlamaya gerek yok.” (s.35)
“Batı, İslam kültürünün ve Müslüman insanın enkazına bile tahammül etmekte zorlanır. İşte Müslüman bu durumun farkında olmalı…” (s.37)
“Olup bitenleri gerçek mahiyetiyle değerlendirebilmek için Müslümanca bir konumda bulunmak gerekiyor, diyoruz.” (s.37)
“Hak olan dinler bile ancak kendilerine ait vakitler içinde hak telakki edilmiş, fakat İslam’ ın zuhuruyla birlikte haklılıklarını yitirmiş sayılmışlardır.” (s.37)
“Öyle görünüyor ki İslam aleminin bozulmaya, çözülmeye başlama sebeplerinden biri de küfrün tek millet halinde telakki edilmesi yolundaki hükmün giderek unutulmaya yüz tutmuş olmasıyla bağlantılıdır. Müslümanlar özellikle geçen yüzyılın ortalarından itibaren, İslam dışı dünyaya, Müslümanca görüşle değil, ‘hümanistçe” bir tutumla bakma çabasında oldular.” (s.37)
“Benim hiçbir putum yok” diyen biri ile, eninde sonunda kendi zatını put haline getirmiş olmuyor mu?” (s.39)
“Anayasasına “Devletin dini İslam’dır” hükmünü koyan ülkelerin bile aslında gerçek anlamıyla İslam devleti olmadığını bilmemiz gerekiyor.” (s.39)
“İslam dışı bir toplumda, bilfarz, zekat tahsis mahallerine layıkıyla sarf edilmiş olsa bile faizin yürürlükte olduğu bir sistemde, yine de, kendisinden beklenen fonksiyonları icra edemeyecektir. Çünkü İslami toplum düzeninde zekat, “verme”nin ifadesi ise, faiz de “almamak suretiyle “verme”nin ifadesidir. … Oysa İslam dışı bir toplumda ödenen zekât, farz edelim kendi bünyesine ilişkin fonksiyonları icra etmiş olsa bile, bu fonksiyonların ifa edilmiş olmasından doğan faydalar, faizin icra ettiği fonksiyonla sıfıra indirgenecektir; yani makro düzeyde (toplumun düzeyinde) zekâttan beklenen faydalar hasıl olmayacaktır. … Sonuçta zekât olarak ödenen kıymetlerin içine, faiz kaçınılmaz olarak girmiş bulunuyor.” (s.40 – 41)
“Zihnimizi müsteşrik mantığın ortaya attığı bu tür bulanıklardan kurtarabilmenin yolu, İslam’ı ancak ve yalnız kendi ilkeleri içinde düşünmekle mümkün olacaktır.” (s.42)
“Oysa bu tür problemlere çözüm yolu aramaya kalkışmadan önce, bu problemin çıkış ve doğuş kaynağı araştırılmalı, problem gerçekten aynı zamanda İslam topluluğunu da ilgilendiren bir meseleyse, ancak o zaman İslami çözüm yolunun araştırılmasına girişilmelidir.” (s.43)
“Bir Müslüman için domuz eti yememenin tek sebebi dinin bu husustaki buyruğunu yerine getirmek içindir. Başka bir şey için değil…” (s.48)
“Şurası var ki, bir kez bu yoldan inanınca dinin hükümlerine ait hikmetlerin araştırılması erdem sayılır. Hiçbir sebeple mukayyet olmaksızın inanmakla, böylece inandıktan sonra din hükümlerinin kapsadığı hikmetleri, sırları, sebepleri araştırmak (tahkik) arasındaki farka dikkat istiyorum. Bu tür araştırıcılık imanın güçlenmesine yol açarken, bilime uygundur diye inanmak küfre götürebilir. Çünkü ya bilimin paradigması değişirse ne olacak? İmanın istinat ettiği gerekçe ortadan kalkmış olmayacak mı?” (s.50)
“Aslında Batı için mesele olan şey, geri kalmış diye baktığı ülkelerin derdine derman olmak değil, fakat mevcut sömürü düzenin sürdürülme imkanlarını “bilimsel bir tabana” oturtma endişesi ve gayretidir. Nitekim “kalkınma iktisadı” adı altında verilen derslerde, “geri” dediği ülkelerin onulmaz bir kısır döngü içinde bulunduğunu ispat etmekle konuya girilir.”
“Kapitalist mantığın verilerine göre düşünenler faizsiz bir iktisadi ve ticari hayatın nasıl sürdürüleceğine akıl erdirmez.” (s.56)
“Ayrıca Batı kültürü çerçevesinde değişen bir toplum yapısının mevcudiyeti esas kabul ediliyor. Batı kültürü için anlamlı sayılabilecek yukarıdaki soru, bu kez, kendi toplum yapısını o kültüre benzetmek isteyen başka bir topluma tevcih ediliyor.” (s.57)
“Yan yana getirilen bu iki kelime ( din ve adam: din adamı) gerçekte o kadar masum değildir. … İslam’da din adamı’ndan bahsedilmesi, din adamı diye bir sınıfın, bir mesleğin mevcut bulunduğu izlenimini uyandırır. … Bir bakışta yanlışlığı hissedilmeyecek kadar örtüşü olan bu ifadeler, dini dünya işlerinden veya dünyadan ayrı gören bir telakkinin varlığını işaret etmektedir. Bütün bu çeşit ifadeler, terkipler, tamlamalar, bize Hristiyan Batı kültüründen geçme terimlerdir. ‘Dini İbadet’ derken sanki dini olmayan bir ibadet biçimi varmış gibi veya daha kötüsü davranışlarımızın bir kısmı ibadet hükmünde, diğer bir kısmı ibadetin dışında kalıyormuş gibi bir izlenim uyandırılmaktadır. İbadeti Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir seremoni, bir ayin olarak telakki edenler için mesele yok elbet. Fakat hakkını vererek yaşayan bir Müslüman için ibadet olmayan, ibadet hükmüne geçmeyen hangi davranış vardır?” (s.60)
“Garaudy şöyle söylüyordu: “Batı Rönesans’ı, Müslümanlardan sadece tecrübe (deney) metodu ile tekniğini aldı. Onun, Allah’a götüren ve insanlığa hizmet esas alan yönünü bir tarafa bıraktı. … Yani onun kutsal içeriğini boşaltmış, bu bilgi ve yöntemi boş kalıplar halinde benimseyerek içeriğini dünyevi ve cismani bir anlayışıyla doldurulmuştur.” (s.61)
“İslam’ın temel mesajlarından biri olan evrenin yaratılmış (mahluk) olması keyfiyeti, Müslüman alimlerin ona mahluk olarak (bir başka yüzüyle emanet olarak) muamele etmesine yol açarken ve bu anlayış, kendi doğrultusunda bir ilim ve tefekkür tarzını hasıl ederken; evrenin ( ve dolayısıyla tabiatın) mahluk olduğu inancından yoksun bir yaklaşım, aynı tabiata, günümüz Müslüman düşünürlerinden Seyyid Hüseyin Nasr’ın belirttiği gibi ona, sorumsuzca, bir fahişe gibi muamele edilmesine yol açmaktadır. Bu yüzden de Batı teknolojisi halen, elinde dünyayı birkaç defa imha edebilecek bir nükleer gücü bulundurabilmektedir.” (s.62)
“… düşmanın silahıyla silahlanan sözünün, aynı zamanda bu silahı İslam’ın buyrukları çerçevesinde ve İslami amaçların gerçekleşmesi doğrultusunda kullanın şeklinde anlama zorunluluğu vardır.” (s.63)
“Silahlanmanın maksadı, kanımızca, düşmanın silahını etkisiz hale getirmektir.” (s.64)
“İnsanın karşı karşıya bulunduğu bir meseleyi, bir bakışta ve bütünüyle kavrayabilme duygusuna bedahet hissi, deniyor. (s.64)
“Rönesans, aslında, Batı’da Hıristiyanlığa karşı bir dinsizlik gayretinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. O çağın Batılı bilim adamları veya sanatçıları, fikirlerini geliştirirlerken Müslüman bilginlerden de “yararlanmışlardır.” Fakat bu demek değildir ki, Rönesans, ‘İslam ruhunun’ bir hasılası olarak meydana getirilmiştir.” (s.67)
“Allah’ın Resulüne, Kureyş’in reisliği de teklif edilmişti. Fakat Kureyş reis olmayı seçmek “Müslümanca özgürlüğü” terk etmeye varacaktı.” (s.68)
“İslami düşünce tarzında genelde, görüşlerin pratiğe aktarılması daima söz konusu edilmiştir.” (s.71)
“Cebir, pratikte miras bölüşümünü kolaylaştırmak üzere düşünülen yöntemlerden hasıl olmuştur.” (s.72)
“İslam’ın hükümlerini, mizaçlarımız veya kendi eğitimimizden gelen anlayışımızın kurbanı haline getirmekten sakınabilmek için, gene onun hükümlerine başvurmak konusunda titiz olmak gerekiyor.” (s.74)
“Müslüman, ne daha fazla gelir elde etmek, ne total gelirin adil dağılımını sağlamak, ne insanların arasında barışı, sükunu, kardeşliği tesis etmek için Müslümanlardır. Bu ve benzeri konular Müslümanca hayat sürmenin doğal sonucu olarak ortaya çıkar.” (s.75)
“Ne var ki, kimleri cezadan kaçınmak, mükafata nail olmak için amel etmeyi doğru görmekle birlikte, bunda bir ‘kabalık’ bulunduğunu ima eder. Bir amelin, bir fiilin Allah rızası için olması demek onlara göre, Allah’ın nimetleri hususunda bile en küçük bir beklentiye kapılmama anlamını taşıyor. Sözgelimi namazı ne için kılıyoruz? Cehennem korkusu ve Cennet umudu ile mi? Elbette değil. Fakat diyorlar amelin Allah’ın rızası için olması bu korkunun ve bu umudun bir adım ötesindedir. Bir adım ötedeyse, artık ne cehennem korkusu düşünülür, ne cennet iştiyakına kapı aralanır. Ameller, salt Allah rızası uğruna ifa edilir. Bundan da bir karşılık beklenmez. Yani cennet nimeti ya da cehennem azabı düşünülmeden, o amel salt Allah’ın rızasını istihsal için yerine getirilir. Yunus Emre, ünlü beytinde: “isteyene ver Cenneti/ Bana Seni gerek” derken, Allah rızası kavramını dile getirmiş oluyordu. Burada şu inceliği vurgulamak gerekiyor: Karşılık beklemeden, amellerini salt Allah’ın rızası için eda ederek Allah’ın rızasına nail olanlar, Allah vadettiklerini umarak amel işleyenlerin umdukları bütün nimetlere ulaşırlar, belki biraz da fazlasıyla. Yunus Emre için şimdi andığımız beytinde Cennet, Cemalullah yanında küçük bir nimet olarak göründüğü için, aslında daha büyüğüne talip olmaktaydı.” (s.77)
“Muhakeme etmek demek, netice itibariyle, başka dinlerde, başka dünya görüşleriyle karşılaştırmalar yapmak demektir. Bu karşılaştırmalar sonunda İslam’ın üstünlüğü aklen kabul edilse bile, salt bu kabul edişle bir insanın Müslüman olduğunu söylemek mümkün olmaz.” (s.78)
“Davranışlara yüzde yüz herkes uymaz, fakat yüzde seksen-doksan çoğunluğun, belirli bir yönde hareket etmesi, azınlığın davranışlarını etkisizleştirir.” (s.87)
“Müslüman domuz eti yememek için, kimsenin bu eti yemeyi terk etmesini beklemez, bu kuralı bir başına yerine getirmeye bakar: bu da Don Kişotluktur.” (s.88)
“İslam’ı kavramak derken, belki her şeyden önce onun bir zihin fantezisi değil, yaşanabilir bir hayat tarzı olduğunu anlamak gerekiyor.” (s.90)
“İslam’ın şartları arasında sayılan ibadetleri yerine getirmek, esasen Müslümanın kişisel yükümlülüğü arasındadır. Yani birey olarak ibadetleri eda etmek Müslümanın, zaten ve söylenmeden bilinen, kişisel borcudur.” (s.91)
“Hesap günü, Allah kendisine: “Benim için ne yaptın?” diye sorduğunda, namaz kıldım, zekât verdim vb. diye ibadetlerini dermeyan eden kimseye bu ibadetleri ancak kendi nefsini kurtarmak için yapmış olduğu hatırlatılır. Çünkü bu ibadetlere muhtaç olan Allah değil, fakat kendisidir. Öyleyse Müslüman, Allah için ne yapmış olmalıdır? Ne yapması gerekir?.” (s.92)
“Bilinçli Müslüman, dünyada edilgin bir durum alışı reddediyor. Başkasının aleti olarak kullanılmasına, istismar edilmesine göz yummuyor. En önemlisi, nerde, nasıl istismar edildiğini veya edilebileceğini biliyor. Haksızlığa karşı eliyle, diliyle, kalbiyle karşı koyuyor. Allah’ın düşmanlarına, gene Allah’ın rızası için buğz ediyor. Çağdaş rahatlıkların bilincini köreltmeye yönelik tuzaklar olduğunu biliyor ve yer yüzünde işgal ettiği bir mekân varsa, bu mekanın Allah düşmanlarının lütfu ve ihsanıyla kendisine verilmediğini, dolayısıyla işgal ettiği mekanın hakkını korumanın kendine düşen yükümlülükler arasında bulunduğunu biliyor ve rızk endişesiyle kafirlerle iş birliği yapmayı reddediyor.” (s.92)
“Kötülüğün eşyadan değil, fakat eşyanın buyruğuna girmekten kaynaklandığını bildiğinden eşyayı kendi buyruğu altında tutmanın yolunu arıyor.” (s.93) – Yazar burada Allah’tan korkan Müslümandan bahsediyor.
“Theokritus’la Racine’in adını yan ayana getirip ardından üç cümleyi de döktürüverene, aman ne bilgili insan deniyor. Ya da ezberlediği üç ayet-i kerime ile iki hadis-i şerif aslından okuyan birine alim muamelesi yapabiliyor.” (s.93)
“Bir ülkeye Batı sermayesinin girmesi ise Batı tarzı tüketim alışkanlıklarının girmesi demektir.” (s.95)
“Halen, yeryüzüne hakim olan hayat tarzı Müslümana yabancı bir dokuda yapılanmaktadır. Bu hayat tarzının tehlikesi Müslümanı, farkında olmadan, İslam dışı emrivakiye itaat etmeye razı kılıyor olmasıdır.” (s.99)
“Mevcut hayat tarazını reddedemeyen Müslüman, farkında olmadan kendini reddediyor ve kendi değerlerine yabancılaşıyor.” (s.99)
“Herkes, iktisadi bağımsızlık istiyor ancak bu yolla ekonomiye bağlandığını görmüyor.” (s.99)
“Çok sayıda küçük küçük ilahlar ediniyor ancak bu ilahla tapındığının farkında olmuyor.” (s.99)
“Allah’tan başkasına kulluk edeni Allah her şeye kul eder.” (s.99)
“Bu düşünce tarzıyla Müslümanın an içinde yaşaması arasında, güdülen niyet arasında uzlaşmaz farklar var. Batı kafa yapısı, yaşanan anı adeta sonsuzlaştırma gayreti içinde gibidir. Yaşanan her an, onun için, hayattan biraz daha lezzet, biraz daha haz alabilmek için elinde bulunan bir fırsattır. An, ölümü unutabilmek, ölümü unutabilmek, ölümden sonra düşeceği “korkunç karanlığı ve hiçliği” görmezlikten gelebilmek, hatta o büyük boşluktan öç alabilmek için, şimdi elinde bulundurduğu bir silahtır.”
“Müslüman ölümü unutmak için değil, tersine ölümün varlığını Allah’ın emri olarak telakki ettiği için ve onun sürekli olarak bilinç düzeyinde tutabilmek için an içinde yaşar.”
“Bu yüzden “an” bir haz lezzet aracı olarak kullanılmaz, kul olma bilincinin yüklenildiği bir fırsat olarak değerlendirilir.” (s.102)
“Ölmeden önce ölünüz tavsiyesi, Batının haz felsefesinden ayrı bir alana çağırıyor insanı. Haz felsefesinde, ölüm hakikati bu dünyaya değer vermeye götürürken, İslam’da tersine bu dünyanın değersizliği kavramaya yol açıyor.” (s.103)
“Bir putpereste, taptığı taşın ona zarar ya da fayda getirmeyeceğine onu inandırabilmek belki daha kolaydı. Fakat günümüzün putperestliğinde, insanı fesinin derinliklerinde yakalayan öyle putlar oluşmuştur ki, insanı o putlara inanmaktan alıkoymak nefese güç gelebilir.” (s.110)
“Bütün bu putlar, neticede, Allah’ın yasak ettiği fiil ve amelleri meşru kılma yolunda kullanılır olmuştur. … Seks put haline getirilince fuhşu meşrulaştırmak ve yaygınlaştırmak kolaydır.” (s.110)
“Şüphesiz zenginlik nimet, yoksulluk beladır. Fakat zenginliği bela, yoksulluğu nimet haline getirmek de insanın elindedir. Şükürsüz ve zekâtsız zenginlik bela olacağı gibi, sabırla ve tevekküle katlanmış yoksulluk nimet haline gelebilir.” (s.118)
“Belli bir konu asıl mihrakından saptırılarak o konun içinde olmakla beraber gerçekle ilişkisini kesmiş bir meselenin tartışması haline getirildiği anda, sofizm (safsatacılık, mugalatacılık) başlamış olur.” (s.119)
“Sözgelimi, birisi şunu ileri sürüyor: Bir Müslüman bir kafire kelime-i şehadeti teklif etse, kafir teklifi reddetse, bunun üzerine Müslüman okunu fırlatsa fakat ok hedefine ulaşmadan önce kafir kelime-i şehadet getirse ve bu anda atılan okla vurulup ölse, oku atan Müslüman katil sayılır mı, sayılmaz mı? Bu olayı nakleden kimse, bu konunun bugün bile çözümlenmediğini belirtiyor. … Fıkıh aczini göstermek suretiyle kafalara fıkıh hakkında bir şüphe ve tereddüt tohumu ekilmek istenmektedir.” (s.120)
“Vasat (orta) kendi başına varlığı olan müstakil bir doğrunun adı iken; vasati, birden çok şeyin birbiriyle telif edilmesinden ortaya çıkan bir sentezidir.” (s.121)
“Mesele şu; İslam’ın bir inanış ve yaşayış tarzı olarak öngördüğü hükümlere iş tutarken, bu hükümlerdeki hikmetin bütünü dikkate alınmak gerekiyor.” (s.124)
“Bir İslam büyüğünün dediği gibi, ‘Bir insanın amelleri şeriata uygun değilse, onu uçarken bile görseniz itibar etmeyiniz.’ (İmami Rabbani)” (s.137)
“İslam’da aklı aşan şeyler varır, fakat akla aykırı bir şey yoktur.” (s.144)
“Her şeyin insan için yaratılmış olduğu anlayışı, İslam’da tabiatın himayesine, insanın tabiatla ahenkli bir ortamda yaşamasına yol açarken; Batıda, hemen hemen aynı kelimelerle dile getirilen bu anlayış, ilkin faydacılığa (J.S. Mill), sonra pragmacılığa (w. James) ve giderek tabiatın tahribini sonuçlandıran günümüzün teknolojisi ile ilgili genel bir dünya görüşünün gündelik hayatta yaşanmasına yol açmıştır.”