Sakine adlı kitap, Hasan Sarı tarafından kaleme alınan, araştırma – inceleme türünde nitelendirilen ancak bence iyi bir deneme kitabı olan, yaklaşık 126 sayfalık bir eser. Yazarın okuduğum ikinci kitabı olan Sakine, ilk başta – ismiyle beraber – bir biyografik eser olduğu görüntüsü verse de içerisinde kendinizden, yakınınızdan, düşüncelerinizden, çevrenizden, günümüzden izler bulabileceğiniz anlamlı bir başucu yapıt hüviyetinde izlenimi verdi. Boy yayınları tarafından ilk baskısını Şubat 2023 tarihinde yapan eseri güvenilir kitap siteleri üzerinde yaklaşık 30 TL gibi bir fiyata satın alabilirsiniz.
Sakine, yazarın deyimiyle “Bu kitap insanın kendi durağanlığında ferasetine sımsıkı sarılıp kıymetini bildiklerinin keyfini çıkartsın diye yazıldı.’’ (s.9). İlk kısımda yazarın kısa bir biyografisi bizleri karşılarken, hemen arka sayfasında Çin yazısı gibi yukarıdan aşağıya doğru yazılmış bir şekilde, şiir olduğunu düşündüğüm bir dörtlük yer alıyor. İçindekiler kısmında 18 farklı başlık altında içeriklerin biz okuyucuları beklediğini görüyoruz. Önsöz ise “İnsanın özsözü gözleridir.’’ (s.9) sözleriyle başlıyor. Önsöz kısmında kitabın neden ve niçin yazıldığını anlatıyor yazar: kitabın geneline de hakim olan devrik cümleler, bu kısımda da mevcut. Yazımın sonunda vereceğim bazı terimlerin de bu kısımda kullanıldığını görüyoruz.
Sakine Kitap İncelemesi
Yazar, “Bu kitaba esin vermiş Sakine, 1960’lı yılların sonlarına doğru Anadolu’nun kuzeyinde açmış dünyaya gözlerini.’’ (s.10) diye tanıtıyor bizlere ilham kaynağını… Hatta onun sadece yazar için değil, bizler için de önemini “Bu kitap, Anadolu İrfanı ve Anadolu Aklı içinde yetişen bir kadının -Sakine- hayata tutunmasından daha değerli bir altyapıyı inceliyor. Çünkü Sakine’nin Mücadelesi hayata tutunma değil, hayatı tutmaydı.’’ (s.11) sözleriyle ifade ediyordu. Benzer düşünceyi “Her bir yazının arkasında sadece bir düşünceyi değil Anadolu Kadınının -Sakine’nin- tüm dünyaya ümit veren masumiyetini göreceksiniz. Sakine sizi tutacak, siz Sakine’ye tutulacaksınız.’’ (s.13) cümlesiyle de okuyucuya aktarıyor ve önsözü sonlandırıyordu; böylelikle kitap içeriğindeki yazıların amacını, arka planını bizlere açıklıyordu.
Ama bence yazarı kitabı yazmaya iten şey “Fakat üç-beş ticari ailenin kendi inançları bağlamında cemaatleştirdikleri ticari ve ailevi ilişkileri neticesinde sekiz milyara yakın insanı bekleyen korkunç bir parçalanma var.’’ (s.11) cümlesinde saklıydı. Çünkü bu cümlede anlatılanlar konusunda bugüne kadar onlarca şey anlatıldı; kimisine komplo dendi, kimisine gerçek… Ama bildiğim bir gerçek var ki iktisattaki görünmez el misali bir el – ki bu el söz konusu aileler oluyor – dünyayı kendi parasal imparatorlukları etrafında uçuruma doğru sürüklüyor, kazandıkları onlara yetmiyor, daha fazlası için hiç sınır tanımadan hareket ediyorlardı. Bu aileler doğru olması gereken dünyevi ve insani her kodu bozmuştu. Kaybettiğimiz ise özümüz, insanlığımızdı…
Sakine adlı kitabımızda teknolojiden sanata, eğitimden insana, ticaretten dini konulara birçok konu hakkında düşünsel sinerjinizi artıracak, içerisinde teknik terimlerinde yer aldığı cümleler bizleri bekliyordu. Örneğin “Aslında aklı idrak, kalbi tasdik etme işlevinden alıkoyan pozitivist eğitim, insanı bilgiyle donatsa da onu aklen ve kalben körlüğe sürüklüyor. İnsanın bilgi üstündeki hakimiyetin bir önemi kalmıyor. Aksine bilginin insanı otoritesi altına aldığı bir kast sistemi uygulanıyor.’’ (s.21) cümlesi arka planda bir eğitim – öğretim eleştirisini içeriyor, bizleri düşünmeye itiyordu.
Yazar “Ölüsüne nasıl davranacağını unutmuş bir toplum, dirisini nasıl yaşatacağını unutur.’’ (s.22) şeklinde tespitini de yüzümüze vuruyordu. Toplum için inancın ve kültürün önemini ise “Çocuk için baba neyse toplum için de inanç ve kültür aynı şey demekti. İkisinin de eksikliği çocuktan topluma varoluşsal sürekliliği sendeleten bir sorundur.’’ (s.23) sözleriyle açıklıyordu.
Sakine adlı kitapta bir sürü aforizma kokan cümleler var; bazılarını yazımın sonuna ekleyeceğim. İçeriklerde bazen anlatılan konudan farklı konulara atlanıyor, bazen de tekrara binen cümleler karşımıza çıkıyordu. Yazarın anlatmak istediğini daha da yalın anlatabileceğini, bazı gereksiz tekrarlardan arındığında eserin daha da güzel olacağını düşünüyorum. Başlık içeriğinde paragraflar arası geçişte bir kopukluk, tüm metin içinse bütünlükten uzak paragraflarla da karşılaştım. Biraz aceleye gelmiş gibi… Bunun yanında eserde ünlü yazarlardan örnek cümleleri de ünlü yazarların karakter tahlillerinden tespitleri de görebiliyoruz (Yahya Kemal’in şiirlerinden, Orhan Gencebay’dan, Cengiz Aytmatov’dan bahsetmesi gibi). Yine de bazı yerlerde sanki kalemi öylesine ısınmış ki; her cümle birbirinden bağımsız olmasına rağmen oldukça etkileyici, anlam dolu bir şekilde karşımıza çıkıyordu.
Kitapta yazar bir hikayesi olmalı insanın diyordu ve beni en çok etkileyen uzun paragraflardan birini aktarıyordu: “Yoğunlaşmadan yaşıyoruz hayatı. Bir derinliğimiz, belki de içine atılacağımız bir kuyumuz yok. Hayatı yüzeysel yaşamaya doğru itiliyoruz. Sığ sularda gemileri yüzdürme çabamız var. Yüzeyselliğin ve sığlığın mahzenlerine tıka basa dolduruluyoruz. Üstelik sığ sularda büyük fırtınalar kopuyor. Dünyaya sığmıyor insanoğlu Sığmadığı yetmezmiş gibi dünyayı daha da dar ediyor tüm canlılara.
Olağan bir yaşam tatmin etmiyor modern insanı. Olağanüstülük arayışı ile gözümüzün önünde sahip olduklarımızı görmezden geliyoruz. Modernitenin sunduğu konformist yaşam imkanlarına sahipken bir o kadar da rahatsızız. Bu ne yaman çelişki! Durup dışına çıkabilmemiz lazım bu akıntının. Postmodern kimliklerle nereye kadar? Anılarımızı biriktirmek varken, biriktirdiklerimizle ortak bir dünya kurmak varken, bireyselleştikçe kendimize dahi yabancılaşıyoruz. Neden mi bu yabancılaşma? Çünkü kendi hatıralarını bile sosyal medya mecralarına hapseden bireyler oluşturuldu, işte ondan. Böylece insan kendini dinlediğinde duyacak bir ses bulamıyor.’’ (s.27). Üzerinde durulması gereken bir paragraf.
Kitapta batının gerçek yüzü/iki yüzlülüğü çok iyi ifade ediliyor, çarpıcı sözlere yer veriliyordu: “İlim, fen ve teknolojide ileri seviyede olmayı bir ayrıcalık ve medenilik sayan Batı, sahip olduğu bu birikimi insanlık adına kullanmadığı için gerçekte medeniliğe ulaşamadı. Fakat Batı bu eksikliğini, çağdaşlık anlayışı çerçevesinde, kendinden görmediği Doğu’yu kendine benzetmek için kıskacına alarak kapattı.’’ (s.35). Anadolu’nun sadece coğrafi değil kültürel anlamda da stratejik konumunu yazar “Anadolu, Doğu ile Batı arasındaki dengesizliği kendi bağrında eritip yine kendine has bir biçimde yaşanılır kılma mücadelesi içinde oldu. Bu mücadele, ezilen tüm insanları akın akın Anadolu’ya davet etti.’’ (s.36) sözleriyle özetliyor gibiydi. Diğer içeriklerinde de yazar, Batı’nın olumsuz taraflarını bizlere göstermeye çalıştı.
İnsanın en çok sevgiye ve muhabbete ihtiyacı var değil mi?
“İnsanın sevgiye ve muhabbete ihtiyacı var” başlıklı yazısında yazar, genelde birbiriyle çok bağlantılı gibi gözükmeyen şehir kültürü ile sosyal medya kullanımı üzerinde durdu. “Hayatlarımızı ifşaya yönelik gerçekleştirdiğimiz paylaşımlar tek yönlü bir aktarımdan ibarettir. Alıcısının belli olmadığı tek yönlü aktarımlar muhabbet oluşturmuyor. Çoğu paylaşım ise ne anlattığından çok paylaşanın kibrini savuruyor.’’ (s.38) tespiti günümüz sosyal medya anlayışının ne kadar yozlaşmış olduğunu bizlere tekrar gösteriyordu. “Yakaladığımız bir anı derinlemesine yaşayıp üzerine düşünmek yerine o anı hemen paylaşıp aktarmak hevesindeyiz. An’ı resimlemek uğruna hem tefekkürün güzelliklerini hem de ruhu besleyen huzuru çıkarıyoruz hayatın içinden. Aceleyle paylaştıklarımızın değeri terk edip gidiyor bizleri.’’ (s.37) cümlesiyle sosyal medyanın bizleri de artık yozlaştırmaya başladığını söylüyordu. Ne kadar acı değil mi? Kendi kendimizi yok ediyoruz adeta…
“Modernizmin zehri yalnızlıktır” başlıklı yazısında yazar, ele aldığı teknoloji konusunu derinlemesine yorumlamaya devam ediyordu. “Aynı çatı altında aynı hüzne dalmayan, aynı sevince ortak olmayan bir ilişki türü üretilmek istenmekte. Aileyi bölmeye yeltenen teknoloji bireyin üzerinde en büyük zaferini de kazanma yolunda ilerliyor. Nedir bu çılgın zafer? Elbette her tür ilişki, yapı ve inanç aidiyetinden koparılan bireyin kendi tekliğini efendilik ve özgürlük zannetmesi.’’ (s.39) diyen yazar bizlere, günümüz gençliğinin son durumunu özetliyordu. Yazar devamında “İnsan modernizm ile ortaya çıkmamıştır. Bilakis modernizm insanlığın ihtilaflarının doğru yönlendirilmeyişi ile ortaya çıkmıştır.’’ (s.43) diyerek günümüzde modernizmin olumlu bir şekilde anlamlandırılmasının ne kadar büyük bir çelişki olduğunu dile getiriyordu.
Sakine adlı kitabında modernite, modernizm gibi kelimeleri oldukça fazla kullanan yazar “Sözde özgürlük vadeden modernite, sahip çıkmaya çalıştığı kavramların taşıdığı zenginliği insana veremediği için nerede, ne zaman ve nasıl yargılanacak?’’ (s.46) diyerek “Kem Gözler Mahkemesi’’ (s.46) diye bir mahkemeden bahsediyor. Sadece kalbi olan insanların görev yapabileceği bu mahkemede yargılanma sonucunda herhangi bir ceza verilmiyormuş: amaç, insan kalbinin varlığını hatırlatmakmış! Anadolu insanının bu mahkemeden zaferle çıktığını söyleyen yazar, tüm insanlığa da kendini kanıtladığını dile getiriyordu. Ben bu mahkemeyi çok sevdim ancak ceza verilmeli, bir cezası, yaptırımı olmalı diyorum. Batı, bu kadar kötülüğüne rağmen hala konuşulmalı, kalbinin olduğunu hatırlatmayı, merhameti hak etmiyor diye düşünüyorum. Çok mu kötü düşünüyorum?
Farklı başlıklar altında farklı konular işleniyor gibi gözükse de bazen benzer konuların farklı başlıklar altında yorum ve tespitlerin yer aldığını da görüyoruz. Daha önceki yazılarında Batı’nın durumunu anlatan yazar, bir başka yazısında yine Batı toplumu hakkında “Batı, her türlü ilmi, bilgi ve kültürel birikimi Doğu’nun ana kaynaklarından gasp ve çalarak elde etmiştir. Kendi ruhu olmayan Batı, insanlığa hangi ruhu sunabilir ki? Ruhsuz, omurgasız ve gölgesiz insandan geriye ne kalır ki!’’ (s.57) sözlerini kullanmaktan çekinmiyordu (doğru tespitler).
Bir de şunu hatırlatmakta fayda var: Sakine ismini 18 farklı başlık altındaki içeriklerin birçoğunda göremiyorsunuz ancak satır aralarında aslında yazar onu anlatıyor; onun üzerinden bireyi, toplumu, kültürü anlatıyor. “Bu durum bazen bir Rizeli kadının avuçlarının içinde tezahür ediyor.’’ (s.98) cümlesi ile Sakine’yi belli ediyor belki ama çoğu yerde Sakine yazmasa bile Sakine’nin orada olduğunu görüyorsunuz bir süre sonra…
Yazar kitabında bazen okuyucunun kendi kişisel eleştirisini yapmasına yönelik cümleler de kuruyor, resmen “okuyucu kardeş, bir aynaya bak kendine” der gibi oluyor. Örneğin “Sözü özlü kullanıyoruz da özümüzü söze aktaramıyoruz. Bunun da temel nedeni konuşurken kullandığımız güzel kelimelerle önce kendi konuşurken kullandığımız güzel kelimelerle önce kendi eksiklerimizi tedavi etmeyi düşünmeyişimiz.’’ (s.82) derken çuvaldızı kendimize batırmalıyız, değil mi? Tabii burada işin içine vicdan giriyor. Vicdanlı mıyız? Eğer değilsek veya vicdanımızı başkasına devrederek kendimizi tatmin ediyorsak “Vicdanın devredilmesi sorunu, kendi iç dünyasında çelişkiler dolu bireyleri doğuruyor. Özü ile sözü, aklı ile kalbi, düşündükleri ile yaptıkları bir olmayan çelişki dolu insan tipi çıkıyor ortaya.’’ (s.85) cümlesi de okuyucuya gelen bir taş oluyor…
Sakine farklı konularda farklı yorumlarla karşımıza çıkıyor
Bu sıralar tarihi konularla oldukça ilgilendiğimden Sakine adlı kitapta karşıma çıkan “Peki, mağlupların yazabileceği bir tarih yok mu?’’ (s.98) cümlesi, mantıklı bir soruydu. Güzel bir soru değil mi? Bugüne kadar her şeyi kazananlar tarafından okuduk, dinledik, takip ettik, anladık; aslında yönlendirildik. Peki, mağlup olanlar bu tarihi yazsaydı? İşte yazar, modernizmin bir sonucu olarak tarihi, güçlülerin/kazananların yazdığını dile getirir: ancak, tarih bundan fazlasıdır demeyi de ihmal etmez. Yazarın bu kısımdaki “Geçmişi nostaljik bir havada yad etmek, geçmişin hasretiyle bugünü hüzne boğmak ve gelecekten kaygılanmak geleneği yaşatmak değildir. Zaten modernitenin de istediği budur.’’ (s.102) tespiti de yerindedir. Geçmişi güçlünün kaleminden takip etmek, geçmişi özlemek, güçlünün yönlendirmesi sonucu geleceğe kaygıyla bakmak doğru değildir.
Sakine adlı kitapta bazı imla hatalarına da rastladım. Bunları yanlış ve doğru halleriyle birlikte: “çaresizliğiden” yerine “çaresizliğinden” olmalıydı (s. 9), “algılaların” yerine “algıların” olmalıydı (s. 10), “önemi” yerine “önemli” olmalıydı (s. 28), “hareketttir” yerine “harekettir” olmalıydı (s. 28), “coğraflayarda” yerine “coğrafyalarda” olmalıydı (s. 34), “anlattılanı” yerine “anlatılanı” olmalıydı (s. 54), “enelektüel” yerine “entelektüel” olmalıydı (s. 69), “tutu” yerine “tuttu” olmalıydı (s. 92), “Deiye” yerine “diye” olmalıydı (s. 95), “herşeyi” yerine “her şeyi” olmalıydı, “şikaâyette” yerine “şikayette” olmalıydı, “Besler” yerine “besler” olmalıydı (s. 100), “boğluğu” yerine “boşluğu” olmalıydı (s. 109), “dışarı” yerine “dışına” olmalıydı (s. 113), “her hangibi” yerine “herhangi” olmalıydı (s. 124), şeklinde yazabilirim.
Velhasıl…
Sakine, son dönemde okuduğum deneme türündeki anlamlı kitaplardan biri olarak kütüphanemde yerini aldı. Üzerinde yazar Hasan Sarı tarafından biraz daha eğilerek, kısmi eksiklikler ve kapak rengi değiştirilerek, bir bakımdan geçtikten sonra yeniden yayımlanırsa; daha da güzel olacağını düşünüyorum. İçerisinde günümüz insanoğlunun görmezden geldiği birçok konuya değinen, gözden kaçırdığımız ve artık kölesi olduğumuz teknoloji/sosyal medya özelinde modernite tuzağına dikkat çeken kitabın sakin kafayla, hazmederek okunması halinde, etkisinin iyi olacağını da söylemem lazım. Ben severek okudum. Daha çok kişinin okuması gerektiğini düşünüyorum. Arka kapakta yazan cümleyle tamamlayalım: “Bu kitap Sakine’nin gözlerinden hayata akseden ümidin düşünce boyutuyla ele alınmasından oluşmaktadır. Her bir yazının arkasında sadece bir düşünceyi değil Anadolu kadınının tüm dünyaya ümit veren masumiyetini göreceksiniz.”
Kitapta altını çizdiğim anlamlı cümleler ve bazı kelimelerin anlamları için yazının devamını okuyunuz…