Spor temalı biyografi filmlerini her zaman severek ve keyif alarak izlemişimdir. Bu tip filmler genelde sinema sitelerinde yüksek puan alan fakat çoğu sinema seyircisinin gözünden kaçmış, izlenilmemiş filmler olarak göze çarpıyor: bunun tabii ki bir çok sebebi var. Mesela iyi bir pazarlama ve tanıtım aşamasından geçmiyorlar. İçerik olarak durgun, maliyeti yüksek olmayan (yada tatminkar olan) filmler bunlar: zaten belki de sırf bu yüzden ‘her kesime hitap etmediklerini’ düşünüldüğü için ikinci planda kalıyorlar. Bence sinema açısından en büyük yanlış da bu: illa araba sahneleri, bol kanlı sahneler olmak zorunda mı? Ekranda kitap okur gibi film izlemek, insanın ufkunu genişletip milyonlarca insana anlamlı ve güzel mesajlar vermek, doğruları bir kaç replikle anlatmak daha güzel değil mi sizce? Neyse, en iyisi filme dönelim.
The Express, adından da anlaşılacağı üzere Tren raylarında başlıyor: ABD’de üniversitelerarası futbolun en prestijli ödülü olan Heisman Kupası’nı kazanmış ilk Afro-Amerikalı Ernie Davis‘in gerçek hikayesini Robert C. Gallagher tarafından yazılmış olan Elmira Express: Ernie Davis kitabından uyarlayıp çocukluğundan başlayarak anlatıyor. Ernie Davis (Rob Brown) ABD’de ırkçılığın hüküm sürdüğü 40’lı yıllarda doğmuş ve bu zenci düşmanlığı o dönem yaşayan her zenci gibi yaşamıştır. Syracuse Üniversitesi’nin futbol koçu Ben Schwartzwalder (Dennis Quaid) tarafından keşfedilen Davis, yeteneği ve hızı sayesinde hemen takıma alınır. Koç Schwartzwalder’in desteğiyle 1959’daki futbol sezonunda üniversite takımında oynamaya başlarken bir yandan da ırkçılıkla mücadele eder. Aldığı ödüller, kazandığı başarılar ve takıma kattığı hava mükemmeldir: ama bir gün ansızın Lösemi olduğunu öğrenir ve belki spoiler olacak ama 23 yaşında hayata veda eder. Film sonunda yer alan bilgileri ise sonuna kadar dinlemenizi ( okumanızı ) öneriyorum: tabii filmi mutlaka alt yazılı bir şekilde izleyin…
1960’lı yıllarda artık ırkçılık amerikan kıtasında her alanda boy göstermiştir. Bunlar artık sadece sokaklarda olan yerler değil milletin okuduğu, öğrendiği ve geliştiği yerlerde bile böyleydi. Davis’in çocukluğunu, nasıl yaşadığı, nasıl çalıştığı ve nasıl bir insan olduğunu bizlere gösteriyor: ailesiyle olan bağına önem verilmesi de doğru tercih. Öğrenci – Öğretmen ilişkisinin derinliklerine inip, bir öğretmenin öğrencisine katkıda bulunmasının ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından da değerli bir film. Özellikle Ernie Davis’in bir sözünü sizlerle paylaşmak isterim: ” Ayrıca baş koçum Ben Schwartzwalder’a teşekkür etmek istiyorum; iyi bir öğretmen olarak geliştirdiği ve beni daha iyi bir adam yaptığı için.. ” Çok anlamlı değil mi? Davis karakterini canlandıran Rob Brown, bu tip filmlere yabancı değil aslında: daha önce Koç Carter filminde de görev aldığını söylemem gerek. Oyuncu kadrosunun neredeyse hepsi yeni yetme ya da ünlü olmayan oyuncular: fakat Dennis Quaid gibi bir unutulmaz ve başarılı bir oyuncuyu kadrosunda barındırıyor. Aslına bakarsanız Dennis’in bence bir Tom Hanks kadar popüler olmasını isterdim; neden derseniz: çünkü o kalitede ve yetenekte olduğunu düşünüyorum. Ama nedense bir sıçrama yapamadı. Yine de bu filme ayrı bir hava kattığını söylemem gerek: koç olarak çok başarılı bir oyunculuk sergiledi. Filmde tecrübeli bir ismin olduğunu hissettirdi. Davis öldüğünde cenazesine dönemin amerika başkanı Kennedy’nin telgrafı da okunmuştu; internette bulduğum bir kaç bilgiye göre oyuncunun cenazesine 10binden fazla insan katılmış! Ne kadar popüler ve sevilen biri olduğunu bu gösteriyor.
Medeni olduklarını iddaa eden amerikan toplumunun o yıllarda nasıl ‘koyun’ misali bir ırkçılık kavramının peşinde iyi bir şeymiş gibi gitmelerini bilmek ve görmek üzücü; tabii ki amerikan halkı içinde samimiyetsiz bir davranış. Bir insanı herhangi bir laf ile ezebilirsin; bunlardan biri de sen beyaz onun siyah olmasını dikte olman olabilir. Ama insanca bir davranış mı bu? Tabii ki bu afro-amerikan halkın, yıllarca yapılan bu eziyete karşı aşırılığa çok kaçmadan ve çoğu zaman sessizce cevap vermeleri bence en anlamlı ve iyi cevap olmuştur amerikan halkı için. Keza filmi izlerken bir çok yerde Davis ve diğer teni ‘siyah’ olan arkadaşlarının çektiği çileler iyi yansıtılmış ve ünlü oyuncunun bu tip ırkçı protestolara karşı ‘ben cevabımı sahada’ veririm türü gazete demeçleri ile bir röportajında ‘tenimin rengini biliyorum ama futbol sadece bir oyun… ‘ türü açıklamaları aslında olayın boyutunu en güzel anlatan şeyler. Bir şeyleri göstermek için konuşman, çabalaman, mücadele etmen gerekir: Eğer sen pes edersen, seni sevenler ve takip edenlerde pes eder. Sen başarırsan, seni idol olarak görenlerde mücadeleyi bırakmaz. Bunu Davis üzerinden çok iyi anlatan bir senaryo ve kurguya sahip film. Yine de yıl olmuş 2014, halen siyah insanlara laf atan aramızda bunlarda ders almayan insanları gördükçe kolundan tutup bu filmi izletmek istiyorum açıkçası…
The Express; Matt Damon’un başrolde oynadığı İnvictus ( yenilmez ) veya Keanu Reevers’in başrolde oynadığı Yedek Oyuncular veya Samuel L. Jackson’ın başrolünde oynadığı Koç Carter veya son dönemde izlediğim en iyi spor temalı biyografi filmlerinden olan benzer içeriğe sahip 42 filmi kadar popüler, başarılı ve üst düzey bir film olmamakla beraber: kısa yaşamına bir çok başarı eklemiş olan ünlü Afro-Amerikalı oyuncunun gerçek hayat hikayesinden esinlenerek çekilmiş bir film: samimi havası, dönem şartlarının zorluğunu anlatması açılarından izlenebilecek güzel, sade, hem neşeli hem üzücü bir spor filmi.
İyi seyirler.