Uçtaki Adam
  1. Anasayfa
  2. Kitap İncelemesi

Uçtaki Adam

0

Uçtaki Adam, daha önce bloğumda incelemesini yazdığım Köse Kadı adlı romanın devamı olan, Bahaeddin ÖZKİŞİ tarafından kaleme alınan tarihi roman türünde nitelendirebileceğimiz bir eser. İlk olarak 1975 yılında basılan kitabın elimde Ötüken Yayınlarının13. baskısı yapılan nüshası bulunmakta. Devlet-i Ebed Müddet anlayışı kapsamında yiğit Osmanlı ecdadımızın kendi varlıklarını ortaya koyarak, uç diye tabir edebileceğimiz sınırlarımızda yaşadıklarının romanlaştırıldığı eser, yaklaşık 248 sayfa. Yazıyı hazırladığım sıralarda güvenilir kitap siteleri üzerinde eseri yaklaşık 80 TL gibi bir ücretle alabiliyorduk.

Uçtaki Adam kitabı, serinin ilki Köse Kadı’nın kapağındaki eski – barutlu silahtan farklı olarak çok güzel kabzası ve görüntüsü olan bir hançerle bizleri karşılıyor. Bunun yanında dönem şartlarını gösteren birkaç görsel de yer alıyor. İlk kitapta yazarın biyografisine yer verilmemişti ancak Uçtaki Adam adlı kitabın ilk sayfasında bizleri yazarın kısa bir biyografisi karşılıyor: anlıyoruz ki yazar 74 – 75 yıllarında 4 adet kitabını okuyucuyla buluşturdu ama hayatını da bu en verimli döneminde, 1975 yılında kaybetti. Bu arada ilk kitaba nazaran Uçtaki Adam kitabının kağıt kalitesi daha iyiydi, harfleri daha şıktı, tasarımının üzerinde de daha özenle durulmuş gibiydi.

Uçtaki Adam Kitabı Hakkında

Sırayla gidersek: ilk kitaptaki bazı karakterler bu kitapta da devam ediyordu ancak ilk kitaba nazaran Uçtaki Adam adlı eserde karakterler daha çabuk öldü. Buna rağmen karakterlerin bol olması ve kurgunun etraflıca yazılmış olması nedeniyle okumaya devam ettik, hatta son cümleyi okuduktan sonra “aslında devamı yazılacaktı” hissine kapılmış tek okuyucu ben değilimdir diye düşünüyorum. İsim ve olayların çokluğu baş döndürürken gözüme ilişen bir ayrıntı merak uyandırdı: kitapta bir de İsmail Ağa adlı karakterden ve külliyesinden kısaca bahsediliyor. Yazarın doğup büyüdüğü Fatih’te bulunan İsmailağa Camii’nden ötürü mü böyle bir karakter oluşturdu ve bunu kurguya ekledi bilemiyorum ama belirtmek istedim. Günümüzde böyle bir külliyenin kurulduğunu da öğrenmiş oldum.

Uçtaki Adam adlı eserin yazarı Bahaeddin ÖZKİŞİ ilk kitaba nazaran bu kitabında daha fazla okuyucuyla konuşmak istemiş gibi geldi bana. Dönemin tarihi simalarını karakter olarak kitaba entegre etti ancak romanda anlattığı dönemin sadece siyasal, sosyolojik, ekonomik ve kültürel açıdan değil günümüze yansımasını da yorumlamaya çalıştı: tabii ki bunu yine oluşturduğu karakterlerle yaptı. Uçtaki Adam’da bilindik simalar var demiştik: mesela Sokullu Mehmet Paşa’yı bir süre takip ettik, yazar eserinde ondan hep Sokollu diye bahsetti. Yönetimde olduğu son dönemin anlatıldığı romanında Sokullu’yu hep “yaşlı” biri olarak nitelendirdi.

Uçtaki Adam romanının anlatıldığı döneme damgasını vuran bazı tarihi karakterler, gerçekte olmayan ancak onları okuyucuların tanıması için yazar tarafından oluşturulan olaylarla bizlere tanıtılmaya çalışıldı. Bunlardan bir tanesi Telli Hasan Paşa idi. Sırp asıllı olan bu devlet adamı görev yaptığı dönemlerde Bosna Beylerbeyliğinde bulunmuş ve Hırvatistan ile Dalmaçya kıyılarına yapmış olduğu akınlarla adından söz etmiş biriydi. Kendisi kitapta uçlarda Osmanlı’nın al-i menfaatleri için çarpışan önemli ve iyi bir devlet adamı olarak anlatılmaya çalışıldı.

Bunun yanında bir de Muhannes (kadınsı hareketlerde bulunanlara bu isim verilirmiş, bunu google aramaları ile öğrendim) Mehmet Paşa adlı bir karakter de vardı: gerçekte de Osmanlı tarihinde böyle bir isim var ancak hakkında çokça şey yazılmamıştır. Sebebini de aslında yazar kitapta bir nevi şu cümleyle açıklıyor bizlere: “Osmanlı tarihinin bir eşini daha kaydetmediği adi, alçak, hain, kötü, kadın tabiatlı, kısaca Muhannes Mehmet Paşa idi” (s. 222). Osmanlı sadrazamlarından Koca Sinan Paşa’nın oğlu olan bu ismi tarihi kaynaklarda biz Sinanpaşazade Mehmet Paşa olarak biliyoruz. Ufak bir araştırmayla hakkındaki suçlamalar nedeniyle idam edildiğini öğrendim. Kitapta da kötü biri olarak nitelendirilmiş olan bu karakter üzerinden yazar (onun gibilerin romanın anlatıldığı dönemde çokça olması nedeniyle) Osmanlı’nın bozulduğu ima edilmiştir: “Bugün Koca Sinan ve oğlu Mehmet Paşaların yok edilmeleri mümkün bile olsa, ektikleri tohum yeşerecek, meyveler verecekti.” (s. 235).

Kitapta ilk defa duyduğum bir yapay dilden de bahsedildi: bu dilin adı Balibilen: “Onun, Balibilen tarzında aldığı ilk mektuptu bu. Arapça özden alınarak ve P, Ç, Y harfleri ilavesiyle meydana getirilmiş, dünya dili olarak düşünülmüş yeni bir lisandı Balibilen… Bu dili, Edirne’de mütevazi evinde Ekmekçizade Ahmet Paşa’nın kardeşi Mehmet Muhittin Efendi uzun yıllarını vererek hazırlamıştı.” (s. 128). Mehmet Muhittin Efendi’yi Google kaynaklarında daha çok Muhyi-i Gülşeni olarak bulabildim. Böyle bir dilden haberim yoktu ve dolayısıyla araştırmaya başladım. Daha çok J.R.R Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi adlı kitabı ve oluşturduğu Orta Dünya evreninde rastladığımız farklı dil düşüncesine, okuduğum bu romanda rastlamak güzeldi. Bu vesileyle öğrendik ki dünya üzerinde ilk kez yapay dil bir Türk tarafından yapılmıştı.

Uçtaki Adam İlk Kitaba Nazaran Yavan ama bolca mesaj içeriyordu

“Muhyî’nin dili” ya da “hayat veren dil” anlamına gelen Bâleybelen (Balibilen) dili, müstakil bir grameri ve sözlüğü olan ilk pratik yapma dil olarak 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştı. Muhyî’nin bu eserini, Müslümanlar arasında din birliği ile birlikte dil birliğini sağlamak amacıyla yazdığını öğrendim. Günümüzde ise Lingua Ignota – Esperanto – Idiom Neutral – İdo – İnterlingua – Interlingue – Ithkuil – Lincos – Lingua Franca Nova – Mari-Dari – Novial – Toki Pona – Volapük – Çataldili adlarında yapay diller oluşturulduğunu görüyoruz: ancak ilkinin bir Müslüman Türk tarafından yapılmış olması bizler adına gurur verici. Tabii ki devamını getirmek, sahip çıkmak da gerekli… Böyle bir dilin olduğunu bir romanda öğrenmek ise benim gibi okuyucular açısından üzücü: kendi tarihimize olduğu gibi dillerimize de sahip çıkmakta çok zayıfız.

Uçtaki Adam, devletin varlığı ve devlet adamlığı konusunda da nokta atışı tespitler içeren cümleler içermektedir: buna örnek olarak “… Devlet adamı olanda, gayz, kin, menfaatçilik bulunmaya, her ne iş işlerse kendinün değük devletün itilasını gözete. …” (s. 129) cümlesi verilebilir. Bununla birlikte yazarın Osmanlı’nın devlet yapısı olarak bozulmaya ve gerilemeye başladığı dönemi anlattığı eserinde bu bozulma ve gerilemeye yönelik arka planda adeta laf soktuğu ancak çok güzel tespitlerinin yer aldığı cümleler de vardı, mesela: “Devletin iman tahtasını vuran kalpte bir düzensizlik, bir alışılmamış çırpınma vardı. Bu her düzgün olmayan atış, serhatte vatanın damar uçlarında kendini hissettiriyordu.” (s. 129). Ben yazarın bu tavrını çok beğendim. Aslında kurgusal bir romanla Osmanlı’nın serhat boylarında yaşadıklarını aktarırken hem Osmanlı’nın neden kötüleştiğini irdeliyor hem de bunun çözümünü satır aralarında veriyordu. İstihbarat açısından yapılması gerekenleri de yapılan yanlışları da dile getiriyordu.

Yazarın Osmanlı İmparatorluğunun önemini anlattığı şu cümlesi de kayda değerdi: “Osmanlılık hiçbir zaman bir ailenin bir ferdine körü körüne bağlanmak demek değildi. Osmanoğlu bir tohumdur. O tohumdan meydana gelen nebatin tohumla şekil olarak hiçbir ilgisi yoktur. Ancak tohumdan nebata öz intikal eder. Öyleyse; nebat, sıhhatli bir ömrün icaplarını yerine getirip, yeni tohumlara uygun ortamı hazırlamalıdır. Sen, ben, hepimiz bu bitkinin dalıyız, yaprağıyız. Biz Osmanlılık özünden, Türk-İslâm ağacı fikrine bağlanmalı, onu yaşatmalı, onu güçlendirmeliyiz. Elimizde İslâm gibi şaşmaz bir ölçü var. Konu bizzat padişah hazretlerini bile hedef alsa, yaptıklarımızı bu ölçüye vurmak, gerekirse ana bünyeyi göreceği zararlardan kurtarmaktır. Şu muhakkaktır ki; hükümdar hükmü, İslâm hükmüyle tam bir aynîlik içinde olduğu sürece devlet var olur.” (s. 92 – 93)

Uçtaki Adam adlı kitabın kapağı ve kitapta geçen bir cümle.

Uçtaki Adam, tarihi vesikalardan beslenmiş önemli bir eser olduğunu şöyle de belli ediyordu: dönemin ünlü simalarının yanında, tarihi vesikalara geçmiş olayları da kurguya eklemeyi ihmal etmiyordu. Örneğin adeta bir terörist grubu olan Uskoklar adlı gruptan da bahsetmişti. Uskoklar, Avrupa’daki Osmanlı savaşları sırasında doğu Adriyatik kıyısı ve çevresindeki bölgelerde yaşayan düzensiz askerlerdi. Bu çeteler, Osmanlılara karşı bir gerilla savaşı yürüttüler ki kitapta da uçlarda yaşanan bu gerilim anlatılmaya çalışıldı. Bir süre uçlarda yaşayan Serdengeçtilerin bu grupla olan münakaşaları anlatıldı. Bu grupların Balkanlarda Osmanlı’nın yerleşmesi sırasında vermiş olduğu zararlar ve engelleme konusunda yapılması gerekenler ile yapılan yanlışlardan da bahsedildi.

Yazar, Uçtaki Adam adlı kitabında uçlarda yaşanan sıkıntıların ana kaynağının Osmanlı devlet yönetiminde yaşanan bozulmalar nedeniyle olduğunu sık sık dile getiren cümleler kurdu, bunlardan bir tanesi de “Bozulmaya başlayan nizamda hatır, o rüşvetin diğer şekli, devlet büyüklerinin nazarında değer kazanmağa başladığı için, taliplerin veya tavsiye edilenlerin kimin nesi olduğu araştırılmadan kabul edildiler.” (s. 68) cümlesi idi. Yazara göre bozulmanın düzelmesi içinse gereken önlemler alınmalıydı. Yazar son iki paragrafta yazdığım hususlar konusunda Uskoklarla olan savaşın sebebini de “Sarayda yuvalanan soysuzlara, cüce Cafer’e, cüce Yahudiye, müneccim başı dönme Yusuf’a, Raziye Hatun’a, Hekimbaşı Salamon Natan’a, yani Sultan Murad’a tesir eden bu insanların varlığına rağmen Uskokların yok edilmeleri kaçınılmaz bir mecburiyetti.” (s. 137) sözleriyle açıklıyordu.

Uçtaki Adam adlı tarihi romanın sonlarına doğru Macaristan’daki veba salgınına ve insanların bu durumdan nasıl etkilendiklerine oldukça fazla yer verildi. Bu veba salgını sonucunda Macar halkının yanında olan neredeyse tüm kahramanlar ve cesur insanlar hayatını kaybeder ancak Macar asilleri kendi kalelerini karantinaya alırlar. Yine de burada bir ayrıntı vermek lazım: vebanın çıkış nedenleri, mücadele safhası bir mutlu son ile biter… Veba salgını dönemi ve yaşananlar ile halkta, çevrede, tabiatta görülen değişimi anlatan şu cümleler sanki korona virüs salgınında yaşadıklarımıza benzer niteliktedir: “Komaran’da temmuzun ilk günleriyle beraber halkın alışık olduğu şeylerde belli belirsiz bir değişme oldu. Sanki dünyanın dönüşü birden yavaşladı. Teneffüs edilen hava insanın içini bayıltan bir çirkin tatlılığa büründü. Bu değişen şey neydi, bilinmiyordu. Hayat hissedilir derecede durakladı…” Kitabın 1975 yılında yazıldığını ve 16. yüzyılı anlattığını düşünürsek, değişen bir şey yok gibi.

Her şeye rağmen Uçtaki Adam, ilk kitap olan Köse Kadı gibi aksiyon doluydu: ancak buna rağmen kurgusal bir kopukluk vardı sanki, bölümler arasında bir köprü yok gibiydi. Bazı bölümler oldukça dağınıktı: bir de odasına habersiz bir casusun girdiği anda Hristiyan rolü yapıp sabahında namaza duran karakterimizin anlatıldığı sahne senaryo açısından oldukça basit geldi. Buna rağmen ilk kitaptaki baş karakterimiz Köse Kadı hakkında bazı gerçekleri de bu kitapta öğrenmiş oluyoruz. Bunun dışında son sayfalara doğru anlatılan rüya ise peygamberimizin hayatından bir kesitin kurgulanması gibiydi. Ayrıca kitabın son bölümü ile seriye nokta koyulmamış gibiydi: sanki yazılanlar bir sonraki kitabın habercisi niteliğindeydi ancak yazarın kısa ömrü buna engel oldu sanki.

Uçtaki Adam ilk kitapta olduğu gibi oldukça fazla imla hataları ile okuyucuyu şaşırtmadı (!). Örneğin; “krallarını” yerine “kırallarını” yazılmış (s. 13), “nada” yerine “anda” yazılacaktı (s. 21), “herşeyine” yerine “her şeyine” olacaktı (s.114), “heyetlerler” yerine “heyetler” yazılmalıydı (s. 127), “olunda” yerine “yolunda” olacaktı (s. 129), “sayısın” yerine “sayısını” olmalıydı (s. 141), “bilirli” yerine “belirli” olmalıydı (s. 169), “bunanla” yerine “bununla” olacaktı (s. 188). Bazı kelimelerde ayraç kullanmamış (örneğin Amerikaya değil Amerika’ya olacaktı veya Ankaraya kadar değil de Ankara’ya kadar olmalıydı), bazı kelimelerde büyük harfle başlaması gerekirken büyük harf kullanmamıştı. Yazar ayrı yazılması gereken kelimeleri de sürekli bitişik yazıyordu (örneğin terk etmek). Yayınevi neden böyle davrandı, son okumayı neden doğru yapmadılar, neden düzeltmek istemediler yoksa hiç okumadılar mı: bilemiyorum (elimdeki kitap en yeni baskı değil, belki düzeltilmiştir umarım).

Yazar ilk kitapta olduğu gibi dönem dillerinin telaffuzlarına uymaya çalıştı: örneğin Buğdan kelimesinin Boğdan (günümüzdeki Moldavya) olduğunu biliyoruz, harf hatası gibi gelse de yazar Buğdan kelimesini kullanmaya devam etmiş. Bazı sayfalarda ise noktalama işaretleri unutulmuştu (örneğin, 16. Sayfada “öğrenecektik” kelimesinden sonra nokta olmalıydı). Kitaptaki karakterlerden Martali Matyas isminin bazen Martaly bazen Martali şeklinde yazılması, diğer karakterlerden Nadasty isminin de bazen Nadasdy şeklinde yazılması okuyucunun kafasını karıştıracak türdendi. Ancak bir önceki paragrafta belirttiğim eksiklikler dahil olmak üzere romanın akıcılığını bozmayan bu tespitlerimin düzeltilmesi ile Uçtaki Adam daha güzel olacaktır diye düşünüyorum.

Uçtaki Adam kısaca, bir avuç Osmanoğulları’nın Macar topraklarında sadece vatan için değil Allah rızası için çektikleri çileyi, uçlarda yaşanan sıkıntılı dönemleri, istihbarat savaşlarını anlatıyor. Okurken bazı yerlerde “kim Osmanlı’ya çalışıyor, kim Macaristan’a, kim düşmana?” diye düşünecek, belki de yaşanan bu istihbarat oyunları içinizi titretecektir. Hatta keşke bu kitapların bir filmi çekilse diyeceksinizdir. Kulağa küpe edilmesi gereken cümleler içeren eser aksiyoner olay örgüsü, akıcı dili, anlaşılır üslubu ile dikkati çekiyor. Bu haliyle de ortaya bir solukta okuyacağınız bir eser çıkıyor.

Özellikle Türk gençliğine her iki kitabı okumasını öneriyorum.

İyi okumalar.

Uçtaki Adam adlı kitapta altını çizdiğim bazı cümleleri ve anlamlarını ilk defa öğrendiğim kelimeleri sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Tahttan uzak kal ki, hayatından emin olasın. Gerçek saltanat İslam’ı yaşamaktır. Kul nazarında sultan olmaktan, Allah nazarında kul olmak yeğdir. Saltanat-ı Süleyman’ın dahi baki kalmadığı bu dünyada, bitmez tükenmez saltanatlara ermek, ancak kişinin din-i mübin ve vatana elinden geldiğince hizmetiyle mümkündür.” (s. 75)

“Bu kadar süslü, bu kadar tok, bu kadar mala, altına ve mansıba düşkün bir erkekte, bahadırlık, şecaat, civanmertlik, tevazu, yani kısaca gerçek İslam yaşayışı eski değerini muhafaza edebilir miydi?” (s. 94)

“Macaristan o zamanlar sadece Türk kemanını tanır ve severdi. Leh kemanının Macar kulağına hoş gelebilmesi için iki yüz yılın geçmesi gerekecekti.” (s.121)

“… tesir etmek büyüklüğe, taklid etmek küçüklüğe işarettir.” (s. 130)

“… milletlerin de kişiler gibi alın yazıları vardır. Şu veya bu sebeple güçlenir, zayıflar veya yok olurlar. Yüce Peygamberimiz bize şöyle söyler. Elinizde dikilecek bir tek fidan olsa ve bilseniz ki kıyamet kopmak, dünya yok olmaz üzeredir, yine de elinizdeki fidanı dikiniz. Siz de Murat Bey oğlum Allah’ın rızasını kazanabilmek için, ümitsizliğe düşmeyecek, gücünüz yettiğince fidanları dikeceksiniz. Çok iyi bilirsiniz ki, İslam dininde ümitsizlik, Allaha eş koşmak anlamına gelir. Ve en büyük küfürlerden biridir.” (s. 131)

“Yahudilerde diğer ırkların aksine anne ana unsur olarak kabul edilirdi. Bu yüzden seçilen her kadın, büyüyen ümit demekti.” (s. 193)

“İslam, onu terk edenleri, düşünmeden terk ederdi. Bu mükemmel ve kusursuz dinin ihmali bizzat devlet nizamının bozulmasına anlamına gelir. İslam’ın terki, cemiyetin sarsılmaz nizamdan uzaklaşması demekti.” (s. 227)

“Biz, dedi, o zavallılara saydıklarınızdan başka bir şey daha, ümit de götürüyoruz. Onlara anlatıyoruz ki, bu musibet her musibet gibi savaşılırsa yenilebilir. Onlara yıkanmayı, pisliklerini sokaklara dökmemeyi, içecekleri suyu, yiyeceklerini ve giyeceklerini kaynatmayı, ellerini yıkamayı, ölenleri hemen toplayarak giysileri ve kullandıkları eşyalarla beraber yakmayı öğretiyoruz. Şimdi muhterem Kontum, vazife zamanıdır. Bu âfeti salimen atlatırsak yeniden bol zamanlarımız olacak. O zaman oturup güzel sohbetlerinizden severek istifade ederiz.” (s. 242)

İstiğrak nedir: gark olmak, dalmak ve dalgınlık manalarına gelmektedir. İstiğrak kelimesi özellikle tasavvufi alanda kullanılmakta olan bir kelime olarak da ifade edilebilir. İstiğrak kelimesi kişinin tasavvuf yolunda bulunması durumunu ifade etmektedir.

Mezamir nedir: Osmanlı döneminde düdüklere verilen isim, aynı zamanda Zebur kitabının surelerine de aynı isim verilmiştir. Kitapta ikinci anlamında kullanılmıştır.

Gayz nedir: kızgınlığın en şiddetlisidir, kalpteki kanın öfkeyle heyecana gelmesinden ve hareketlenmesinden oluşan hararettir. Gayz acizlerin, gadap ise gücü yeten ve kudreti olanların öfke halini ifade etmektedir.

İtila nedir: Osmanlıca bir kelimedir, i’tila diye yazılır. Yükselmek, yukarı çıkmak, yücelme anlamlarına gelir: “Beşer denen kuş doymaz itilalara.”

Muvakkat nedir: Muvakkaten veya muvakkatız şeklinde genelde kullanılır, geçici anlamındadır: “Evlendiler ama muvakkaten.”

Ilgar nedir: Farsça bir kelimedir. İki anlamı vardır, birincisi: dizginleri bırakılmış atın dört nala koşması: “Atın düzenli ılgarıyla bir saatte aldığı yer… üç İtalyan mili… Bir fersahtan biraz eksik…”. İkincisi ise düşman toprağına yapılan süvari akını, hücum: “Ilgarlarda yiğitlerin bahtı açık”. Ilgar etmek ise atla hücum etmek anlamına gelir: “Derhal yetmiş bin pür-silâh asker ile Timur’un akabinde ılgar edip Amasya civarında Timur’a yetişip…”

  • 0
    alk_lad_m
    Alkışladım
  • 1
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    e_lendim
    Eğlendim
  • 0
    _rendim
    İğrendim
  • 0
    be_endim
    Beğendim
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir