Sanki dünyadan çok uzaklardayım, gökyüzünü, arşı geçmiş, uçsuz bucaksız yıldızların altında dolanıyorum… Nefessiz kalmışım, hissetmiyorum hiç bir şeyi, yeni doğan bebek dünyaya nasıl bakar ya: o haldeyim… Gözlerim yaşlı, ağlıyorum belki de ama sesimi duymuyorum bu kadar boşluğun ve ahengin ortasında…
Sadece nefes almak istiyorum o an, şaşmıyorum hiç bir şeye: başka bir şeyde de gözüm yok aslında… Boşluğa bakıyorum, sessiz, sedasız…
Kaçmak gibi bir isteğim de yok, olabildiğince asılı kalmışım havada… Ne arzuladığım bir diyar ne de geride bıraktığım kötü anılarım var. Bir an kendime geliyorum sanki: o an, bulunduğum halden çıkmak istiyorum. Ya da aslında çıkmak değil, çıkabilmek istiyorum. Bunun gerçekleştirebilme olasılığı, o an gülümsetiyor malul suratımı: işte bu ihtimali seviyorum. Çünkü bulunduğum durumdan kurtulma gibi bir şansım olmuştu birden: nerden ve nasıl bir şekilde ele geçirmiştim bu şansı bilmiyorum ama bunu düşünecek vaktim yoktu: bir an önce aralanan bu kapıdan dışarıya çıkmak istiyordum. Kapı aralığından yüzüme vuran ışığın etkisiyle gözlerimi kısıyorum ve eşikten dışarı bakıyorum bir süre: birden hareketlendiğimi hissediyorum ama o an yine ne adım atabiliyorm ne de… Birden yine kaskatı kesiliyorum… Sırtımda bir sıcaklık hissediyorum…
Başımı öne eğiyorum…
Bir şey elimi kolumu bağlıyor ama göremiyorum, görmüyorum. Gözyaşları sular seller gibi akmaya başlıyor yine… Karşımda o bembeyaz saf ışık ve eşik, arkamda ise cehennem sıcağı: ortasında duruyorum. Bir an mutlu mesut, çocuk gibi gülümsüyorum… O an kopartıyorum sanki zincirleri…
Artık bir engelim yok…
Kimseye ihtiyacım yok…
Serin bir rüzgar sanki yüzüme çarpıyor, üşüyor gibi oluyorum, kollarımı sarıyorum bedenime ve başım dik bir şekilde yürüyorum tekrar…
Tıpkı eski günlerdeki gibi, fakat bu sefer yalnız bir şekilde…
Yürüyorum…
11.04.2011